2. Bölüm: "Hakikat Kapısı"
"Anladım ki insan olmak tek başına bir vasıf değildi buralarda."
İnsan bir yerden gitmekle orayı tamamen terk etmiş olmaz ne var ki gittiği yeri varlığıyla tamamlar. Ruhumdaki bu müfrit eksiklikle nasıl olur da koca bir şehri gelişimle tamamlayacaktım, bilmiyordum. Tek hissedebildiğim korkuydu; biraz bilinmezliğin verdiği bir korku, bir parça da bildiklerime sırt dönüşümün perçinlediği korku. Benim bilmediğime duyduğum hasımlık damarlarım, beni boşluklarıma rağmen kucaklayan bu medeniyet şehrinin göbeğinde inceldi, inceldi, inceldiği yerden kopup ayaklarımın dibinde bir ihtilaf gölüne döndü.
Şehirde başı sonu belli olmayan adeta kendi karmaşasıyla bütünleşmiş düzenli bir akın vardı. İnsanı hipnoz edebilecek güçte bir karmaşaydı bu. Biçâre bedenime çarpan insanlar arasında aklımı kaybedecek gibi oluyordum her defasında, düşünme yetim oracıkta kanatlanıp uçacaktı sanki! Omzuma teğet geçen darbelerin, pabucumun üzerinde iz bırakan sert adımların, bavulumu sallandıran hengâmenin karşısında buraya ait olmayışımın dürtüleri vardı bilhassa bu itilip kakılmalarım ayağımı yerden kesiyor, bana yeni düşüşlerin tez elden haberini veriyorlardı. Bedenimin bu çağrıya kayıtsız kalışı dokuz bilemediniz on saniye kadar sürdü ve yer ayağımın altından kaydı gitti. Biraz sonra kalabalık beni oracıkta yakalayıverdi, cehalet mayasıyla yoğurdu ve sonunda şehrin bir köşesine buruşturulmuş kağıt parçası gibi savurdu.
Önceden olsa burun kıvırdığım o küçük dairemizin hasretini çekiyordum işte! İki göz odaya sığdıramadığım bedenim koskoca caddelerden taşıyordu; meğer ben, ruhumun başını sokacağı bir yuva arayışı içerisinde savrulup durmuşum yıllarca. Evden kaçışlarım, yolumu bulamayışlarım, sokağın başında takılı kalışlarım, hep bundanmış! Fakat mümkün değil, bu kez sokakları yuvam belleyemezdim. Ocağın soğuk bağrında, gittikçe ağırlaşan bavulumla ve aklımın son kırıntılarıyla pişmanlık duygusunun insanı hatasına hapsetmesinden duyduğum korkuyu, kendime istinat duvarı yaparak tanımadığım bedenleri yolundan çevirip soru yağmuruna tutmuştum. Kimlerin kolunu çevirdiysem hep bir başkasının önüne iteklenirken buldum kendimi. Sahici mi olduklarını anlayamadığım bir söylemle "bilmiyorum" tümcesinin belki aynı gün defalarca kez tekerrüre mağlup oluşu, beni arayışım konusunda da aynı şekilde mağlup etmişti.
Anladım ki insan olmak tek başına bir vasıf değildi buralarda. Bir kere kılığının bir cafcafı olmalıydı; pabucunun ucu parlak, gömleğinin yakası beyaz, mümkünse boğazına kadar ilikli olup boynuna geçirilmeliydi o uzunca kumaş müsveddesi. Hem sonra mahcubiyet nedametinden sıyrılıp başınız hep dik durmalıydı, gözlerinizde buğu yerine muhatabına iç çektirecek keskin bakışlar bulunmalıydı... Sonra yerine göre liyakat sahibi, rikkatli fakat aynı muntazamlıkta insanın nefsini celbeden munis bir tavır takınmalıydınız. Şöyle iki kelamı ipe dizip tespih gibi sallayabiliyorsanız cambaz olmanıza bir hacet kalmıyordu. Ne kendinizi bırakmalıydınız ne de tutmalı ama sonunda hep bir kalıba sokmalıydınız davranışlarınızı.
Oysa benim mavi gömleğimde babamın dokunuşları tazeydi; belki çok yıkanmaktan rengi soluk duruyordu ama anısı capcanlı hatırımdaydı. Okulu dereceyle bitirdiğim gün kolumdan tutuğu gibi çarşıya götürmüştü beni, cebinin küçüklüğüne bile bakmadan aldı en fiyakalı gömleği. Kendi elleriyle bir güzel giydirdi, uçlarından çekiştirdi kırışıklığı göze gelmesin diye, omuzlarımı süpürdü, yakamı düzeltti belki bir kravat takamayacaktı ama yine de o son düğmeyi bile ilikledi. Annemin dokunuşlarını aratmamak için elinden geleni yaptı. Yabancı gözlere soluk gelen bu gömlekte, bu eski püskü paçavra kumaşında, babamın yitirdiklerimize olan acziyeti mevcuttu.
Birdenbire onlardan biri olmayı diledim bu memlekette; öyle gamsız, öyle vurdumduymaz... Dilimdeki inkârı, her Allah'ın günü o sokak bu sokak demeden mülteci gibi sığındığım memleketimin köşelerine kustum; kıyılarına, kovuklarına, gölgesine, rüzgârına... Batısına gidildikçe tabiatı kadar insanı da değişiyordu ülkemin ama insanlığı hep aynı kalır sanıyordum. Yunus'un beş parasız bizim buralar diyerek kasabadan kaçıp sığınmak istediği şehir burası mıydı sahiden? Öyleyse inkisâr-ı hayâle uğramayacağı için mesudum. Yoksa bir bakışta gözlerinin süzgecinden geçirip sizi bir kavanoza sıkıştıran bakışların arasında, kapağı yalnızca işe yarama vakti gelip çattığı zaman açan insanlar kazanmaktan öteye gidemeyecekti. Peki ya gerçek kazanç anlayışı neydi bu şehirde?
Büyük şehirlerin insanı büyük olur derdi rahmetli babam. O zamanlar babamın nasihat vagonuna yüklü sözleri, kulaklarımın kalabalık istasyonunda gürültüden başka bir işlev görmüyordu. Şehrin sıradan bir mahallesinde beni karşılayan yabancılık hissi, şöyle kıymetli üç beş kuruşun sahibi insanların arasına karışıp da dert söyleyeceğim vakit, yabancılığımı daha sert bir vuruşla kamçılıyordu. Bu insanların babama göre neden büyük olduğunu o zaman anladım işte; önce burunlarının büyüklüğünü hemen arkasından da ceplerinin büyüklüğünü gördüm, acı bir tecrübeyle pekişti hayal kırıklığım. Anladım ki buranın adetinde para her kapıyı açar, her ele dokunurdu.
Paranın açamadığı tek kapı hakikat kapısıydı; sağını solunu ayıramayan insanları tanıdığım o sıkıntılı günlerde, bana insan olmanın varlığını hatırlatan Abdülkerim Sait Beyefendi ile de bu kapıda tanıştım. Kendisiyle tanışıklığımı hiç unutmuyorum, akşama doğru beş sularıydı, güneşin turuncu elleri bütün yerküreye uzanıyordu neredeyse. Ben o sıra banklarda sabahı selamlıyorum, camilerde yatıya kalıyorum, kahvaltılarımda gevrek simit, akşamı zor ediyorum. İki elimin arasında dumanlı başım; başımda bir türlü geçmek bilmeyen ağrı, Marmara'nın bir kıyısından ötekini seyrediyorum.
Yine yabancısı olduğum sokakları talan ederken birdenbire içime tarifi olmayan bir sıkıntı çöktü. Aniden nefes alış verişlerim zorlaştı, başımdaki ağrı soyut bir elin ensemden sıkmasıyla ağırlaştı ve gözlerimdeki karanlığa eşlik eden birkaç yıldız ayaklarımın dibine düştü. Sırtımı dengesiz bir düşüşle sert bir cisme yasladığımı hatırlıyorum, sonrası yalnızca uğultudan ibaret zincirleme gürültü.
Aklım, başıma gelenleri ifade etmeye muktedir değilse de hislerim bugün hâlâ dipdiri, o ikindi vakti Sait Baba'nın antika dükkanıyla tanışıklığım bir romanın karşımda hayat buluşu gibi kendini bana anlatıyor hâlâ.
Önce karanlığı görüyorum, boşluğu; nefsim, iradem ve gücüm aldığım derin nefesle göğsüm içre doğuyor tıpkı battığı yerden doğan güneş misali. Gözlerim aydınlıkla buluştuğunda kendimi deri bir koltuğun üzerinde uzanırken buluyorum. Yürümekten bitap düşmüş çıplak ayaklarım karşılıyor beni önce, odağım genişliyor ve devasa uzunluktaki kapaksız giysi dolaplarını seçiyorum zar zor. Henüz kendimde olmadığım için ahşap rahlelerin üzerine konulmuş irili ufakları cisimleri isimlendiremiyorum fakat çok fazlalar, her yerdeler ve oldukça kahverengiler. Görüşümü netlemek için kirpiklerimi kırpıştırıyorum, etrafta ağır bir koku mevcut, bu koku bana annemin çeyiz sandığını hatırlatıyor. Ne yaptımsa bedenimde yerimden doğrulacak takati bulamıyorum, bu durum etrafımda olup biteni incelemeye, nerede olduğumu anlamaya itiyor beni. Yüzümü göğe bakar gibi yükseltiyorum, fevkâlâde bir ışık huzmesi çarpıyor gözlerime. Yine her biri devasa büyüklükte cisimlerden sarı bir ışık yayılıyor odanın içine fakat o bile elle tutulur bir malumat vermiyor nerede oluşuma dair.
Bölümün Sonu.
Bölümde zaman kayması olduğunu düşünebilirsiniz diye söylüyorum, Tarık'ın duygu ve düşüncelerini bütün halinde anlatmaya çalışmak onun gibi karmaşık bir karakter için biraz zorlayıcı, kaldı ki bunu da tek bir zaman kısıtlamasıyla yapmak istemedim. Cümleleri hatta kelimeleri tane tane okursanız zaten her okuduğunuz satırda başka bir zamanın esintisini hissedebilirsiniz, umuyorum ki hikaye ilerledikçe bu düzene alışırsınız.
Sevgilerimle.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ademoğlunun dokuzla imtihanı
Historia CortaBu dokuzların kastı büyüktür canıma. 17 mayıs, 23.