---15 YIL ÖNCE
JONATHAN JAMES FRY
Ölümümün üzerinden on yıl geçmişti. Saçma sapan bir banka soygununda bir kadını kurtarmaya çalışırken vurulmuştum. Sizin cennet dediğiniz yerdeydim. Ya da her ne diyorsanız.
Bir sanatçıydım. Bir müzisyen. Zamanımın ünlü sanatçılarındandım ve bir sanatçıya nazaran oldukça mütevazi bir hayatım vardı. Evim yoktu. İki gitarım, bateristim ve basistimle şehir şehir gezer, ufak barlarda az bütçeli bir sürü konser verirdik. Tur otobüsünden başka bir yerde uyumuyordum. Tabii akşamları eğlenmek için gittiğimiz parklar dışında. Bazen orda yıldızların altında uyuyakalırdım. Bana kalsa hep gece olmalıydı. Hep yıldızları görmeliydim.
Bazı akşamlar konserden sonra mezarlıklara girerdik gizlice. Ölülerin ruhları için ilahiler okurduk. Onların huzurlu olmasına yardım ettiğimizi düşünürdüm. Kötü alışkanlıklarım yoktu. Aksine egoistlik olarak algılamayın ama çok iyi birisiydim. Yine de cennete gitmeyi hak ettiğimi asla düşünmemiştim.
Burada herkesin kendine göre bir uğraşı vardı. Benimkisi ise sadece yıldızları izlemekti. Burada zaman kavramı yoktu. Bir saat size bir ömür gibi de gelebilirdi, bir saniye gibi de. Benim on yılım on saniye gibi geçmişti. On yıl olduğunu sadece Dünya'ya yaptığım kısa ziyaretler sayesinde öğrenebiliyordum. Ölüm yıldönümümde ve -bir istisna olarak- annemin doğum günlerinde yeryüzüne sizin 'hayalet' diye tabir ettiğiniz şekilde gidiyordum. Arada hayatını kurtardığım kadına da uğruyordum. Bir oğlu olmuştu. O banka soygununda aslında hamileymiş. Onun yüzündeki gülümsemeyi görünce seviniyor, kendimi feda ettiğim için hiçbir pişmanlık duymuyordum.
Bir Pazar günü 'Ziyaretçi' yanıma geldi. Pazar günü olduğunu Dünya'dan yükselen kilise korosu seslerinden anlayabiliyordunuz. "Ölüm yıldönümüm mü?" diye sordum. Gerçekten çok garip gelmişti bu soru. "Hayır." diye yanıtladı. "Kanatlarını tak, Jonathan. Artık bir meleksin." dedi her zamanki ifadesiz yüzüyle. Ziyaretçileri tanımasam bu Ziyaretçi'nin melek olduğumu kıskandığını söylerdim. Yüzünü başka tarafa çevirdiğinde gülümsedim. İçimi ifade etmesi imkansız bir mutluluk kaplamıştı. Annemi hep görebilecektim artık. Melek olmak demek istediğin zaman yeryüzüne inebilmek demekti. Bunu elde etmek benim için en harika nimetti. "Görevin bir kızı korumak. Bundan sonra onun elinde olmayan kader yolunu sen belirleyeceksin. Çok şanslısın. O sana çok..çok... sadık." demişti. Sadık kelimesini söylemek için zorlamıştı kendini. Sanki bunu söylemesi garipmiş de kelimeyi ağzından zorla çıkarmış gibiydi. Bütün ziyaretçiler birbirinin aynısıydı. Ayırt etmeniz imkansızdı. Ancak ben Ulric'i gördüğüm anda tanırdım ve bu ziyaretçi maalesef Ulric değildi. Ziyaretçilerin bembeyaz tenleri vardı. İrissiz ve gözbebeksiz gözleri vardı. Nereye baktıklarını asla anlayamıyordunuz. Beyaza yakın sarı saçlarını geriye doğru yatırırlardı ve tarak izlerini şüphesiz seçebiliyordunuz. Simsiyah kıyafetler giyerlerdi. Ağızlarını oynatmadan konuşabilme özelliklerine karşı çok mecbur olmadıkça bu özelliği kullanmazlardı. Ulric farklı olmayı seviyordu. Bir tutam saçını hep alnına düşürürdü. Bunu öyle bir ustalıkla yapardı ki, o tutamın yanlışlıkla düştüğünü zannedersiniz. Bu da azar işittiğinde kendini koruyabilmesi ve bunun yanlışlıkla olduğunu söylemesine yarıyordu. Ulric, Ziyaretçilerin en illegal olanıydı. Herkese diğer Ziyaretçilere danışmadan izinler verirdi. Arada gülümsediğini zannettiğiniz zamanlar olurdu. Soğuk görüntüsünün altında sıcakkanlı bir Ziyaretçi olduğunu biliyordum. Onlara Ziyaretçi dememizin nedeni çatkapı gelmeleriydi sanırım. Bu çok eski bir kelimeydi. Yani taa Nuh zamanlarından kalma bile olabilirdi. Onlardan kaç tane var bilmiyorduk. Trilyonlarca da olabilirdi, on tane de. Ancak hiç aynı Ziyaretçiyi iki kere görmemiştim. Ulric bir istisnaydı. Gerçi çok fazla Ziyaretçi yanıma gelmiyordu ancak yine de her birini birer kez görmüştüm. İlginç bir şekilde onları ayırt edebiliyordum.
Dünya'ya giderken hayattayken giyindiğim tarzda seçtim kıyafetlerimi. Altıma siyah bir pantolon, üstüme koyu yeşil ekoseli bir gömlek giydim ve bileklerimle parmaklarıma da birkaç aksesuar ekledim. Ayakkabı giyinmemiştim. Ayaklarım çıplaktı. Yeri hissetmek istiyordum. Kanatlarımı siyah ve kocaman bir şekilde hayal ettim.Ne melek ama! İstediğiniz gibi giyinebiliyor, kanatlarınızı ister sinek kanadı kadar küçük, ister bir bina kadar büyük yapabiliyordunuz. Ancak etrafınızdaki o mavi ışıltı hep ordaydı. İsteseniz de gitmiyordu. Bu diğer meleklerin sizi tanıması için bir yoldu. Ancak bana kalırsa sadece kim olduğumuzu unutmayalım diye Tanrı'nın eklediği ufak bir dokunuştu.
Melek olmak size çok çekici geliyor. Bunu biliyorum. Bana da öyle gelirdi. Hatta bu duruma, ölüme, şarkılarımda hep yer verirdim. Ancak buraya geldiğimden beri insan olmaya özenmeyen bir tek Ziyaretçi veya eski hayatını tekrar yaşamaya can atmayan bir tek ruh bile görmemiştim. Nefes almayı özlüyordunuz. Dokunmayı, sesinizi duyurmayı.. Bazen dokunuşlarımız veya varlığımız hissedilirdi. Ancak bazen olması, inanın yeterli değil.
Yeryüzüne ayaklarım bastığı anda kendimi özgür hissetmeye başlamıştım bile. "Şu evde." dedi Ziyaretçi. Ona döndüm. Parmağıyla bir ev işaret ediyordu. "Senin şarkılarından birini dinledi ve sana aşık oldu." dedi. Biraz utanmıştım, biraz da komiğime gitmişti. Çünkü kız daha on yaşındaydı. "Onun yanından asla ayrılmayacaksın. Ölüm yıldönümünde bile onunla kalacaksın. Anneni artık yılda sadece bir gün ziyaret edebilirsin. Aksi takdirde görevin ve kanatların elinden alınır ve bir kız meleksiz kalmış olur. Kendine hakim olacağından emin olmadan mavi ışıltına alışma derim." dedi saliseler içinde gözden kaybolmadan önce.
Masmavi boyanmış odaya normal birisi gibi kapıdan girdim. Daha doğrusu içinden geçmem gerekmişti. Ve işte ordaydı. Küçücük bedeni ile koca yatakta uzanıyordu. Kulağındaki kulaklığın ucu bir Walkman'e bağlıydı. Bir şeyler mırıldanmaya başladı. Yüzünü görmek için ona doğru yürümeye başladım. Yüzüne baktım. Hiç melek görmemiş olsaydım onun bir melek olduğuna yemin edebilirdim. Kahverengi saçları parlıyordu. Dudakları, sanki birisi yanaklarını sıkıştırmış gibiydi. Yanakları ise kıpkırmızıydı. Gözlerini kapatmış, kendini müziğin harika ritmine bırakmıştı. Ne dinlediğini merak ediyordum doğrusu. Duymak amacıyla yüzümü onunkine yaklaştırdım. Tam o sırada sanki geldiğimi hissetmiş gibi aniden gözlerini açtı. O güzel kocaman kahverengi gözlerini. Aniden ayağa kalktı ve oyuncak mikrofonuyla benim ondan yalnızca beş yaş büyükken yazdığım şarkıyı söylemeye başladı. Yatağına oturdum ve onu izlemeye başladım. Çok eğleniyor ve şarkının bütün sözlerini ezbere biliyordu. Ben de onunla birlikte söylüyordum. Bu beni duygulandırmıştı. Dürüst olmak gerekirse ilk defa yazdığım şarkılarla ciddi anlamda gurur duymuştum. Onu şarkıyı duygu dolu bir şekilde okurken izlediğimde fark ettim ki çabucak ona alışmıştım. Bunun için Tanrı'ya dua ettim çünkü beni bu masum kızın meleği olmam için seçmişti. "Hayır." dedi Ziyaretçi beynimin içinde yankılanan sesiyle. "Onu Tanrı seçmedi Jonathan. O, seni seçti. Bundan sonra tek görevin onun hayatını şekillendirmek. Biraz zorlanmadan kimse mükemmel hayatı yaşayamaz. Bu nedenle ona karşı acımasız da olmalısın."Bütün bir akşam birlikte şarkı söyledik. Bir iki şarkıdan sonra sanki benim de şarkıyı dinlemem için stereoya takmıştı CD'yi. Üstünde kendi resmimi gördüm. "Yaşlanmayacaksın merak etme." dedi Ziyaretçi beynimin içinden. Sesindeki ufak alayı hissetmiştim. "İçimi rahatlattın, Ulric." dedim gülerek. Ufak bir sessizlikten sonra hayatımda duyduğum en tiz kahkaha beynimde yankılandı. "Seni sevdim, Jonathan." dedi. Bunlar büyük dostluğumuzun ilk samimi saniyeleriydi.
------------------
Yorumlarınızı bekliyorum
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yakarış
Teen FictionBir melek küçük bir kızın hayatını şekillendirmek için görevlendirilir ve yıllar geçtikçe aralarında güçlü bir bağ oluşur.