yere bir tabak fırlatılmıştı ve ben iyi ki doğmuştum

218 35 58
                                    

sorgulamayı bırakmanın acıyı dindirdiği de yok ama kahvenin tortusu dibe çöküyor bir süreliğine. hayatı bir kahveye benzetiyorum ama çok yoğun olanından. sanki ölçüsü kaçınca bir tadı kalmıyor. herkesin kahvesi de birbirinden farklı. kahveyi çok severdim ben, sütsüz şekersiz acı kahvelerle geçiriyordum günlerimi. aniden bir ses duydum sonra, "gel!" diyen, tanıdık bir ses. daha önce sözleriyle ruhumun yüreğini söken, ona doğru koşmaya başlayınca hep aniden kesilen. babam gelmişti.

"dönmüşsün, tatilin nasıl geçti?" diye sordum kapının önündeki babama. cevaplamadı. "minji nerede?" diye sordu içeri girdiğinde. "okulda." dedim sessizce.

"kaçta çıkıyor?"

"beş." anlayamadığım şeyler mırıldanıp mutfağa geçti. buzdolabını açtı. "bomboş burası, ne yiyorsunuz siz?" masaya oturdum, ne yüzüne bakacak ne de ona cevap verecek mecalim vardı ama "gevrek falan var," diye mırıldanıverdim yine de. "oğlum,"

"efendim?"

"annen gelecek birazdan," kol saatine baktı. "yarım saat sonra minji de okuldan çıkacak, oturup konuşalım."

bir gelişmeyi, havada asılı kalmış anıları, midem bulanarak dinledim. sonra bir uçurumdan atlama fikri teklifsizce belirdi ama suskundu. üzgün olmak, üzgünleşmek, derimi sıkıyor. sarılgan bir ahtapot gibi sıkıca boğuyor beni. yine de babama sarılmak istiyorum, birden fazlaymışım gibi sarılmak istiyorum. yokuştan denize kadar yuvarlansam ve yeniden doğmuş gibi ağlasam çığlık çığlığa? doğum yada ölüm. neden ben? gözlerimi hiç açmadım. hep karanlık bastım.

"ben en iyisi minji'yi okuldan alayım." diye mırıldanıverdim oturduğum sandalyeden kalkarken. kabanını çıkardı ve sandalyenin sırtına astı. kol saatine bakıp duruyordu. "ne acelen var ki?" dayanamayıp sordum. yine cevap vermedi, pek buralı gözükmüyordu. "kahve ister misin?" ilgisini çekmeye çalıştım. "olur."

kahve hazırladım. sütlü en şekerlisinden hemde. "sağ ol," dedi.

"ben çıkıyorum."

"nereye?"

"minji'yi okuldan alacağım dedim ya," tekrar saatine baktı. "tamam, dikkatli olun. bir saat içinde gelirsiniz."

kapıyı açtığımda annem karşıma çıktı. upuzun saçları beline kadar geliyordu, atkısı boynunu sarmıştı ve dudaklarını örtüyordu. "ne kadar büyümüşsün!" boğuk çıkmıştı sesi. boynuma sarıldı. hırkamın ceplerine yerleştirdim ellerimi. her fırtınanın sonu geldiğinde, yağmurda sokak ortasında kimsesiz kalmış bir kedi yavrusu gibi hissediyordum. tüylerim ıslak, neredeyse boğulacağım ama o an o kadar odaklanmışım ki sanki kıpırdamadan duran bir heykel gibi, yaşama dahil edilemeyen tahta bir kukla gibi dikiliyordum olduğum yerde.

"nereye?" diye sordu. "minji'yi okuldan almaya gidiyorum," dedim kollarından ayrılırken. "babama kahve yaptım, eğer sende istersen su sıcak, kahve de buzdolabının yanındaki dolapta— görüşürüz."

bir görseniz cılız ışığımla nasıl devam ettiğimi, nasıl çabaladığımı, Rockwell'den Knife çalarken arka planda, "çabaladım!" diye haykırsam gecenin üçünde balkondan, "sarhoş bu," derler. ama bu son kalabalıktan kaçışım, son haykırışlarım. sıkıldım kimsenin dönüp bakmadığı pencereden gözümü ayırmadan bakmaktan, sorgu masasındaymışım gibi ne hissettiğimi sorular sorarak anlamaya çalışan annemden ve babamdan. ben artık bahçeme bahar ekmek istemiyorum, bahar sabahına uyanmak istiyorum. ben hatırlamak istemiyorum, geçmişi zümrüt keskin bir bıçakla kesmek istiyorum. ben iyi biri olmak, bütün sorumluluğu almak istemiyorum, kötülükle bezenmiş ruhunuzun ölmesini istiyorum. dayanabilir miyim peki buna? hiç sanmıyorum ama aklımı mezardaki bir çiçeğe emanet ediyorum. ruhu emilmiş mezarlıklarda resmetmeye çalıştığım anlar var. bazen bir rüzgârın esmesi, bazen bir kuşun kanat çırpması gibi çarpar yüzüme. renkler uzaklaşmış dünyamdan ve dünyalarından. geriye kalanlar sadece atıklar ve arta kalanlar. ancak ben bunu istemiyorum, rengarenk olsun istiyorum, renklensin dünyam, rengimi geri kazanayım istiyorum.

kırık düşler bulvarıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin