minho's pov
insansı bir tevazuyla ortamın derinliklerinden sızmaya başlamış olan sessizliği yıkarcasına bir gürültü belirdi tek mahareti düşünmek olan zihnimden. bir haykırış teslim oldu sessizliğin sakin görüntüsünden korkarak. ve bir beklenti değerini kaybetti zamanın dehlizlerine karışarak. anlamın sıcaklığında soğuğa ve belirsizliğe karşı bir tepkiyle eser rüzgâr çünkü bulutlar beyazdır ve bu hep böyle olmuştur. gökyüzü susmaz, toprak da haykıramaz hiçbir zaman. bu neden böyledir? ölüler neden konuşamaz? ya da ben neden sana bunu yaşatanların yok olmasını istiyorum? anlamıyorum. bir şeylerin bitmesini istediğim kadar neden devam etmemesi için çabalayamıyorum ki? uçsuz bucaksız bir denizde, sonsuzluğun hacimsiz hayaline doğru yelken açmak istiyorum, şayet hoşuma giderse ufukta kaybolmayı da belki. neden kuru bir isteğin boyunduruğuna sallandırıyorum kendimi sürekli? bilmiyorum.
gaipten dem vuruyordu soruların azizliğine, ardından havaya karışırcasına olan huşunun keskinliğine. unutmam söylemek isteyip de söyleyemediklerini ve her bir gözyaşında boynumda sıkılaşan kollarını.
"hyunjin,"
"her şeyin ömrünü görebiliyorum," dedi başını hafifçe kaldırdığında. karanlık olan garajımdaki tek ışık sokak lambalarının loş aydınlığıydı, hyunjin'in suratına çarpıyordu. ıslak yanakları kurumaya başlamıştı. "tıpkı öleceğini bile bile yaşamak gibi, biteceğini bile bile tüketmeli miyim her şeyi?" boynumdaki kolları sıkılaştıkça sıkılaştı, tekrar sarıldı. "hadi gidelim," dedim sessizce. ıslak kalan yerlere yapışan perçemlerini sıyırdım, yumuşacık saçlarını taradım parmaklarımla.
"kalkalım bu sofradan, karnımız doymayacak, biliyorsun."
"biliyorum," diye mırıldandı. sakinliği içinde gözlerim yaşla doldu, fakat akmadı. zoraki ayrıldı kollarımın arasından, "neden diye sormayacağım." dedim onu koltuğa oturturken. beni cevapsız bıraktı, ışığı açmak için kalktığımda ellerini koluma sardı, "gitme." diye fısıldadı.
kaybolunca çırptığın kanatlarını izlemeyi istemedim. yalan söyledim, aziz falan değilim ben. biliyorum, dayanamam. bu karanlıkta arkamızdaki ufacık pencereden bakan ay'a kızıyorum ortamı aydınlatmadığı için, çünkü yüzünü göremiyorum. ay da sırıtıyor bana sanki dalga geçer gibi, yanında o varken ihtiyacın yok der gibi. hiçbir şey söyleyemiyorum. tek kelime edemiyorum, o cesareti bulamıyorum kendimde.
"işe gitmem gerek." diye mırıldandı. "bugün perşembe," dedim ona bakıp, izinli olduğunu unutmuştu. başını hafifçe kaldırdığında yüzlerimiz çok yakındı, hafiften geri çekildim. "günleri saymayı unutmuşum," deyip güldü kendi kendine. "sen niye bugün okuldaydın o zaman? perşembe dersin yok diye biliyordum." dedi sonra. "normalde yok fakat byeol öğretmen -diğer tarih öğretmenimiz- raporluydu, onun derslerine ben girdim."
"anladım."
sessizlik tekrar esir aldı ikimizi de. gözyaşlarını anlatacak gücün yoktu, aynı dili de konuşmuyorduk belki, bilmiyordum. hikâyeni de hiçbir zaman öğrenemeyeceğim, öğrenmeyeceğim. yaranı vücudundan çok kalbine açanlara öfkeliyim. tanımadığım insanlara da öfkeliyim hâlâ. gözlerindeki hüznü ve bana bakışını hatırlayacağım her zaman. o yavaşça sönen bir balon, bense çakılı bir çivi gibi kalmıştım olduğumuz yerde. bir şey söylemek zorunda olduğumu hissediyordum fakat ya dudaklarımın arasından onu kıracak tek bir sözcük bile firar ederse? korkuyorum her zaman olduğu gibi. bir yandan da delicesine sarhoş olup adımı dahi hatırlayamayacak seviyeye gelmek istiyorum, zoraki çırptığın kanatlarını unutmak, hatırlamamak istiyorum.
birkaç dakika sonra ayaklandı, elimi tuttu ve beni de kaldırdı, "seni bir yere götürmek istiyorum," dedi. elimi bırakmazken gülümsedi. "götür,"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
kırık düşler bulvarı
Fanficsevilmediğin her an, yüreğimde kızgın bir tufan. ve seni sevmek, sanki bir deli rüya. devam etmeyecek