I
Gökyüzünde ufak bir serpinti gibi görünen bulutlar, nereye gittiğini bilmez gibiydi. Bir yolcu, kolcu, asker, gözlemci, casus veya öksüz olabilirdiler. Şekilleri arada sırada bunu andırmıyor da değildi aslında. Gözlerinizi gerçekten dikkatle kullandığınızda farklı şeyleri görebilirdiniz. Nitekim bulutlar asla kötü sıfatlara sahip olmazdı bu topraklarda, iyi karşılanan ulaklar gibi sayanlar olduğuna yemin edebilirdim.
Şehrin ortasından geçen ırmağın doğuda kalan topraklarının üstünde çiftçiler çoktan çalışmaya başlamıştı. Uzunşehir, çok elverişli bir toprağa sahip olmasa da, patates, buğday gibi yiyecekleri yetiştirme konusunda epey marifetliydi. Fakat şehrin ortasından geçen Yel Irmağı'nın kıyılarında (az da olsa şehrin ihtiyaçlarını karşılayacak düzeydeydi) pirinç ve mısır yetiştirilirdi. Burada şöyle bir tezatlık da ön plana çıkıyor: Işık Krallığı'nda en az pirinç ve mısır yetiştirilen bölgede aynı zamanda en ucuz pirinç ve mısır satılıyor. Durum böyle olunca,Uzunşehir'e pirinç ve mısır almak için gelen insanların çoğu azlığından dolayı geri dönmek zorunda kalıyor.
Bunun başlıca sebeplerinden biriyse Uzunşehir'deki temel-eşitlik prensibiydi. Bu prensip şehrin lordu Achtril tarafından oluşturulmuş, manifesto halinde etrafa dağıtılmıştı. Hatta ve hatta bu "Şehir Manifestosu" yayınlalı altı ay bile olmamıştı. Lord Achtril, Melen ve Rilean'ın tek evladıydı. Soyu krallara dayanıyordu, ilk krallara ve ilk insanların atalarından gelen bir kudreti vardı. Gücü yerindeydi, başlı başına bir güç simgesiydi bile denilebilir.
Babasından üstün bir kral olacağını kafasının içinde hep düşünür, planlar yapardı. O biraz farklıydı çevresindekilerden, görüşü, vizyonu, fikri, aklı, mantığı, cümleleri, karakteri... Kendine özgü olan bir karakter etrafında dallanıp budaklanmıştı kaderi.
Bakışları kararlı, gözleri çevik ve siyahtı. Hem de simsiyah, kömür karası gibiydiler. Ve gözleri hep uzaklara dalıp dururdu, düşünürdü aklıyla beraber. Çünkü hangi hamleyi yapması gerektiğini düşündükçe yeni şeyler bulurdu zihninin derinliklerinde. Bazen, şehrin kalesinin en uç kısmında bulunan, sert çelik ve odunla güçlendirilmiş ayaklara sahip olan okçu kulesinin tepesine bir kartal gibi çıkardı. Bir kartaldan daha karizmatik bir duruşa sahip olduğu inkar edilebilecek cinsten de değildi. Kulenin ortasına çember bir boşluk açılıp duvara geniş bir merdiven koyulmuştu. Bu bir üst kata çıkmayı sağlıyor, olası bir savaş durumunda askerlerin yardımlaşmasını kolaylaştırıyordu. Veya Achtril bunu kendisinin oraya çıkıp düşünmesi için bile yaptırmış olabilir.
Okçu kulesinin giriş katından girip "O"ya benzeyen merdivenlerinde 360'lik açıyla dönerek bir süre sonra birinci kata ulaşabiliyordunuz. İlk kat, etrafına pencereler ve okların yakılabilmesi için koyulan ispirtolu meşale koyacaklarıyla döşetilmiş, tabanından ikinci kata destek amacıyla yapılmış sütunlarla desteklenmişti. Askerlerin yiyecek ve içecekleri, kuşatma durumda büyük risk içindeydi. Kuleden çıkmak veya kuleye girmek o kadar zordu ki Kral Melen, buna bir çözüm bulmak için çırpınıp durdu. Fakat çırpınışlarının meyvesini alacağa benziyordu.
Şehrin aşevleri genellikle lordun kalesinin hemen bitişiğinde veya ordu karargahlarının içinde bulunduğundan çok iyi bir çözüm yolu ortaya koyuyordu. Kralın bunu görmesi pek vakit almadı fakat yapımı epey zor görünüyordu. Bu fikre Achtril'i lord olarak atamadan önce almıştı, ona ilk sınavını böylece sunması kaçınılmaz bir şeydi. Oğluna olan güveni fazlacaydı, belki de gereğinden fazla: Öyle olmamasını umuyordu. Babası 127 yaşında öldüğünde ona koca bir krallık, Sarmal Denizi'nde onlarca koloni sorumluluğu, onbinlerce kişilik ordu ve en önemlisi yüzbinlerce kişilik bir halk bırakmış ve ruhu çiçeğe dönüşüp sarayın bahçesinde bir zambak olup bitmişti.