Ay'ın yükselişi bugün daha bir ihtişamlı görünüyordu. Kral Melen ve adamları Güney Dağları'nın en büyüğü olan Güneştepesi'ndeki bulunan göletin kenarına kamp kurmuş, gecenin ihtişamını izliyordu. Kralın çadırı sarıydı, ve diğer tüm çadırlardan epey farklı olarak büyük ve ihtişamlı olmasına rağmen o pek çadırında kalmıyor, diğer askerlerle sohbet ediyordu. Bu gece kılıcının kınını çadırının köşesinde bırakmış, dışarıda yakılan ateşte yapılan etlerden tadıyordu.
Etraftaki kurt ulumalarına ve baykuş çığlıklarına artık alışmış gibiydiler. Bugün seferlerinin dokuzuncu günüydü fakat hala Kaçakçılar'ın kalplerine ulaşamamıştılar. "Merhaba kralım," ses kralın hemen arkasından, yardımcısı Lord Drent'den geliyordu. Lord Drent, yaklaşık olarak dokuz yıldır kralın yanındaydı fakat hala genç gibiydi. Yaşı kırkı geçmiş, saçlarının büyük bölümü dökülmüş olsa da savaş marifetleri genç delikanlıların pabucunu dama atabilecek derecedeydi. Yanaklarında tek kırışıklık yoktu, gözleri ve mimikleri sertti, uzun boylu, dipdiri bir adamdı. Anne ve babası o çocukken ölmüş, onu yalnız bırakmışlardı fakat o direndi ve çalıştı. Ders niteliğinde bir adamdı.
Kral, sevecen bir gülümsemeyle Drent'i selamladı ve yanına oturması için biraz yana kaydı. Önlerinde yanan büyük ateşin etrafa sıçratarak çıkardığı cızıltıların dışında aralarında geçen ilk ses kraldan çıktı: "Merhaba, Drent. Şu ateşin ve havanın güzelliğine baksana! Sence şehirde olsak böyle bir manzarayı yakalama fırsatımız olur muydu? Hayır. Önümüzde deste deste kağıtlarla uğraşıyor olurduk!" sıcak bir kahkaha patlatıp lorda döndüğünde lord da gülümsemişti. Fazla değil, dudakları biraz kıvrılıyor gibi olmuştu. Bu hayat onu çok sert bir adam yapıvermişti.
Kral ve askerleri güneye geleli hemen hemen bir ay olmuştu. Fazla kayıp vermeseler de bu olayın sonu yok gibi gözüküyordu. He r patika, her yol, her dönemeç ve her vadide adamlar vardı ve onların temizlenmesi, elekten su geçirmeye benziyordu. Artık bu adamların parayla tutulup tutulmadıkları konusunda bile bir açıklığa kavuşamazken onları kovalıyorlardı. Belki de peşlerini bırakmalı ve Başkent'e geri dönmeliydiler. Kim bilebilirdi, belki de onlar için en hayırlısı buydu fakat savaşma isteklerini de bir türlü bastırdıkları söylenemezdi. Kaçakçılar'ın silahları onlarınkine kıyasla iyi değildi fakat son iki haftadır yapılan çatışmalardaki Kaçakçılar biraz farklıydı. Silahları, giyimleri, esmer vücutları ve iri bedenleri dışında konuştukları ağız da farklıydı. Güney veya Kuzey Kaçakçıları'ndan daha farklı savaşıyorlardı da. Kılıç kullanmasını, ok atmasını ve ata binmesini gayet ustaca biliyorlardı. Mamafih geldikleri son iki haftadır otuzu geçmiş asker öldürmeleri de cabalarıydı. Çünkü onlar birer sefil değil, birer eğitimli asker gibi dövüşüyordu.
Gece, sohbara yaklaşıldığı için düşen yaprak taneleriyle güzel bir görüntü kazanırken göletin üstündeki baloncuklar eksik olmuyordu. Böylesine fevkalade bir gece yaşamayı sadece insanlar istemiyordu doğrusu. Böcekler, çiçekler, hayvanlar ve nicesi de bu gecenin tadını çıkartıyordu. Göletin etrafını çepeçevre uzun sazlıklar sarmış, taşlarla simetrik bir hale getirilmişti. Ağaçların, etraftaki çiçeklerle olan uyumuysa gölete ayrı bir güzellik katmanın yanı sıra onu daha da muazzamlaştırıyordu.
Gece bulutsuz, rüzgar yumuşak ve Ay hilal şeklindeydi. Ay'ın ışığı o kadar parlaktı ki gecenin gündüzden tek farkı büyük bir kızıllık ve turuncumsu bir ortamdı. Fakat bu ışık bile onlar için yeterliydi. Kralın atı, çadırının hemen önüne bağlanmış, tüyleri yeni taranmıştı. Bir melek gibi bembeyaz ve güzeldi; hızlıydı, ısrarlıydı ve tuttuğunu koparan cinsten bir attı. Kral, oturduğu yerden ateşin kokusunu içine çekti: Açıkcası ateş ona güvendeymiş hissi veriyordu. Yapması gerek işleri bir süreliğine unutup dalmak istedi fakat yardımcısının buna pek niyeti yok gibiydi: "Kralım, sabah hareket edeceğiz fakat aldığım bazı duyumlara göre bunların kaçakçı olmadığını söyleniyor." bu iddayı desteklemesi gerektiğini biliyordu, kral pisi pisine buna inanacak değildi ya. Yoksa, inanır mıydı?
Drent, kralın yanına oturup ellerini dizlerinin üstünde birleştirdi ve ateşin sıcaklığı yüzünü iyice kızartana kadar sessizliği bozmadı. Elleri nasırdan geçilmiyordu. Ve sakalları da beyazlamaya başlamıştı. Aynı, geceleri gezen beyaz sincapların ince tüylerini anımsatmıyor da değillerdi. Sözüne devam etmeden önce öksürdü: "Kuzeydeki adamlarım da anlattıklarımın aynısına benzeyen sözde kaçakçılarla mücadele ettiklerini fakat sayıları az olduğundan rahatça geri püskürttüklerini belirtti. Aynı renk, aynı yetenek, aynı ok, aynı kılıç, aynı zırh. Kralım, kaçakçılarla yıllardır savaşırız, yıllardır hepsini ezeriz fakat bu dönemde, ve bu kadar adamla güneydeki kaçakçı saldırılarını çoktan engellemiş olmamız gerekmiyor muydu? İşinize karışmak istemiyorum, o yüzden sözlerimi burada keseceğim." Onun sadakati ve saygısını tartışmak bile ona bir hakaret sayılabilirdi. Bunu burada anlamışsınızdır.
Drent, ceketinin cebinden kaliteli, güzel bir kağıta sardığı tütünü -aslında buna artık sigara demeye başlamışlardı- ağzına aldı ve kenardan tuttuğu küçük bir odun parçasıyla sigarasını yaktı, ardından içine çekti. Uzunca bir duman taklalar atarak havayı yardı ve Ay'ın gölgesi etrafında dönmeye başladı. Akrobasik hareketlerle çadırların üzerinden uçuşurken bir nefes daha çekti ve kafasını göğe kaldırıp rahatlamaya çalıştı. Kralın yanında sakin görünmeye çalışsa da durum anlattığından daha da zordu. Bu sabah tam on iki asker okla öldürülmüş, ikisi kılıçla ağır yaralanmıştı. Hatta şu an o iki yaralı çoktan ölmüş de olabilirlerdi. Üç tanesi savaş anında esir alınmıştı. Öldürdükleri sözde kaçakçıların kaçakçı olduklarından bile emin olamazken böyle bir şeyi sürdürmeleri Drent'e koca bir saçmalıktan farksız geliyordu. Sigarasından bir nefes daha çekti, bu seferki diğer iki çekişinden daha derin ve samimiceydi. Onun dertlerini, ondan başkası asla bilmezdi. Doğru dürüst kimseyle konuşmaz, selam vermez, kimseyle yemez, içmez, uyumazdı. Onun zihninin şimdiden dünya dışına çıktığı tahmin edilebiliyordu.
Kral, ateşin kokusunu iliklerine kadar çektikten sonra Drent'e döndü: "Bunu aslında ben de düşünüyorum Drent. Bunların Kaçakçı olmadığını da düşünüyorum. Belki bir savaş belirtisi, bir başkaldırış, bir direniş harekatıdır; bilemiyorum fakat bildiğim tek şey ise, bazen yanlış yollarda yürüyor olduğumuz.
Sen veya ben. Bu hiç fark etmez fakat bu yola kim girerse girsin, biz de sürükleniyoruz. Krallık belki de şu an en zengin dönemlerinden birini geçiriyor, askeri olarak da üst düzey dönemlerinden birini yaşıyor fakat Galil Krallığı ile olan anlaşmazlıklarımız sürerse savaş kaçınılmaz. Achtril daha bir çocukken gerçekleşen İki Göl Savaşı'nı hatırlarsın. Tam bir katliamdı, fakat zafer bizimdi: Aslında zafer demek bile insanı uğraştırıyor. Bir savaş olunca, asla kazanan olmuyor, Drent. Asla kazanan olmuyor. İki Göl Savaşı'nda daha yeni bir kraldım. Güç ve şehvet dolu bir askerdim."
Kral, yerden bir çubuk alıp ateşin içinde kömür taneciklerini kurcaladı, ardından kumda uzun bir şekil çizip Drent'e tekrar döndü: "Yarısına kadar öfke bekler, sonrasındaysa yavaş yavaş uygulamaya dönüşür. Galil'lerin iki tane demir madenine el koymuştuk. Epey de iyi ganimetler elde ettiğimizi inkar edemem. Bu iki maden onları sinirlendiriyor, hem de çok! Fakat, meclistekiler onun sömürülmesini, geri verilmemesini; eğer geri istenme durumu ortaya çıkarsa Galil'lere ikinci bir felaket yaşatmamız gerektiğini söylüyorlar. Bir bak şunlara!
Beni, katliam yapan, cani, duygusuz bir faşist zannediyorlar. Veya öyle olmamı diliyorlar. Fakat, bilmiyorlar ki Galil Krallığı şu an bizden üstün. Evet, sanırım sana da bu olayı açıklamalıyım."
Drent, sigarasını bırakıp krala döndü: "Onları bir kere bozguna uğratmıştık Melen. O bozgundan sonra, nasıl daha da güçlenebilirler? Şimdi anlamadığım şey şu: Bir yenilgiden sonra nasıl tekrar daha da güçlü olarak doğdular?"
Kral, bu soruyu bekliyordu. Drent'in kulağına yaklaşıp sessizce fısıldadı: "Tam bir bozgun değil. Üzgünüm fakat onları uzaklaştıramadan, ikinci bir dalgayla çoğu kaynaklarımızı çaldılar." Drent, şaşırmış olmasına rağmen tek bir kelime bile etmeden gece rüzgarının fısıltısına kulak verdi.
"Galil ordusu ikinci saldırılarında hattımızı yarıp geçtiler ve altın kaynağımızı çalıp, geride kalanını ise yok ettiler. Anlayabiliyorsundur, bu onlara ekonomik olarak çok büyük katkı sağladı. Bizdeki tarım gücü asla onların o savaşta çaldığı altın kaynağının yarısı bile etmez!" bekleyip genzini temizledi: "Ekonomik olarak savaştan iyi çıkmışlardı. Bunu tek altın rezervleri olarak düşünme. Birkaç önemli kaynak cephesinde de mağlubiyetler aldık ve ekonomik kayıplar verdik. Ven Gölü'nün hemen yanındaki ovada yapılan çarpışmada yenildik, bunu herkes biliyor fakat ya sonuçları? Yüzlerce savaş atımızı katlettiler..." sesi boğuklaştı ve yeniden önüne döndü.
"Bu kadar savaş muhabbeti yeter. Peki sen neden hiç konuşmuyorsun Drent?" ateşin çıtırtıları rüzgarın sesiyle beraber karıştı, karıştı. Ve ardından bir vızıltı ateşin ortasından Drent ile kralın ortasından akıp geçti. Ok vızıltısı.
Drent, hemen yerinden kalkıp kralı kolundan tutup çekti: "Saldırıyorlar kralım! Çabuk, çabuk çadırınıza dönün!" aynı zamanda Ay'ın yanından kampa doğru uçuşan alevli oklar gelmeye başladı. Onlarcası bir anda avluya, çadırlara ve askerlerin bedenlerine saplandı. Kısa sürede bazı çadırlardan cayır cayır alevler yükselmeye, yangın çıkmaya başladı. Etrafta yükselen asker haykırışları, üstü başı yanmış halde can havliyle kaçışan askerlerin çığlıkları gecenin atmosferini bozmuştu. Drent, kılıcını çekip yüksek bir sesle bağırdı: "Kralı koruyun! Kralı koruyun! Çadırlara yaklaşmadan kılıçlarınızı çekin, çabuk!"
Kralın çadırı ağaçların arasından olduğundan henüz oklara maruz kalmamıştı fakat her an yakınındaki kozalaklardan ateş sıçrayabilirdi. Kral, Drent'e döndü: "Bunlar Kaçakçı değiller. Bunlar ya..." sessiz bir vızıltı, kralın sol karın boşluğundan içeriye girip böbreğini paramparça etti. Kan, sol tarafından ayak topuklarına kadar oluk oluk akarken Drent, sakinliğini korumaya çalıştı fakat kralın vurulması sakinliğin hakim olabileceği bir durum değildi: Çok anormaldi. "Kral vuruldu! Kral vuruldu! Doktor! Yol açın! Krala yol açın!" telaşlı bir şekilde kralı çadırının içine taşıdı ve yarasına baktığında durumun hiç de iç açıcı olmadığını kavradı. Kralın gözleri solmuş, nabzı iyice zayıflamıştı. Yüz mimiklerini büyük ölçüde acıdan dolayı kaybetmiş, soluk alış verişleri zayıflamıştı. "Kralım, kendinizi kaybetmeyin. Doktor gelecektir. Doktor! O lanet olası doktor buraya gelsin!" Drent, akıntıya karşı kürek çektiğinin farkındaydı lakin yine de haykırışlarında ısrarcıydı: "Doktor!"
"Çabalama," kralın sesi zayıf ama sıcaktı. "Ölmüştür....... benim sonum....." ağzından kan çıkıyor, göğsüne doğru inip turuncu tuniğini kırmızıya dönüştürüyordu. "Beni artık ölü bir adam olarak görebilirsin... emin de..... değilim fakat... evet." Kelimeleri bir araya getirip cümle kurma konusunda epey başarısızdı. Drent, cebinden çıkardığı mendille kralının göğsündeki kan topluluklarını silip karnının soluna baktı: "Oku çıkaracağım kralım. Sadece kemerimi çıkarmamı bekleyin." Kralın vakti azdı, bir şey de yapamıyor oluşu beklemesini doğuruyordu. Aklına annesi Laven'in söylediği bir şarkı geldi:
"Zaman sonludur
Gökyüzüne bir bakarsın ve ardından;
Uzun bir nefes gibidir hayat, isteyip istemediğin
Sonra gelen ışık gibidir hayat asla söndürmek istemediğin.
Aslında yaşam,
Bir keredir; hiç istemediğin."
Ardından Drent'i son kez gördü, ve karnında tekrardan bir acı hissetti. Bu acı ilkinin yanında bir hiçti fakat karnı yanıyordu, kafası uyuşmuştu. Drent'in dudakları hareket ediyordu fakat kral duyamıyordu. Derin bir nefes aldı ve karnının soluna baktığında okun gitmiş, yerine bezle sıkıca bağlanmış bir kemer olduğunu gördü.
Drent, kralın kanamasını durduramıyordu. Kan hala, oluk oluk akıyordu ve olan oldu: Kral gözlerini o güzel gecede beklenmedik bir olay sonunda kapattı. Ve krallığın kaderi bir gecede değişti.