00

500 31 88
                                    

sessiz bir pazar sabahıydı. parçalı bulutlu, hafif esintili. günlerdir hamur yoğurmaktan bilekleri ağrı tutmuş, hamur işi yapamaz olmuştu barbaros. çorba karıştırırken bile sızlardı bilekleri, sol bileğini incitmişti, morarmış ve şişmişti. hareket ettirmemesi gerekirdi ama yine de yapardı o çünkü hamur yoğuramıyor ve fazla uğraşamıyorken en azından çorba karıştırıp yemekler yapmak isterdi. lokantasına bir faydası olsun, isterdi. belki lokanta bile denemeyecek bu küçük yer onun için ev hâlini almıştı artık. elinde kalan, gitmeyen, ondan kaçmayan tek şey lokantası olmuştu. bu yüzden lokantasına iyi bakmalıydı barbaros, müşterilerine iyi bakmalıydı, yemeklerini vaktinde yapmalıydı yalnız ne yazıktır ki bütün bunlar uğruna çalışmaktan kendine bakmayı unuturdu.

kendine bakmazdı, ne hâle geldiğini görmezdi. yaralarının derinliğini anlamazdı. göz altlarının rengini seçemezdi. çalışmaktan bitap düşmüş şekilde odasına çıkıp uzandığında titreyen dudaklarını, uyku tutmayan gözlerini düşünmezdi.

yine de denerdi.

bugün de denemişti.

çorbası pişerken bileğine göz gezdirdi, siyah bir bandananın gizlediği şişlik ve morlukları gördü. bandanasını pencerenin önündeki küçük rüzgâr çanına bağladı. bileği artık çıplaktı. bütün kusurlarıyla, kesikleriyle, çatlaklarıyla ortadaydı. doktora gitme gereği duymamıştı lâkin çatlak olduğu tahminini kendince doğruladı; evvelce de çatlamıştı, kırılmıştı kemikleri. bilirdi bu yüzden.

kapı açıldı, günün ilk müşterisi geldi lokantaya. birkaç hamur işi istedi. hamur işlerini verdi barbaros, ikinci müşteri geldi. kayın doyurucu bir yemek yedi. üçüncü müşteri geldi, sonra öğrenciler geldi, hamur işleri saat ilerledikçe azaldı ve günün sonunda hepsi tükendi. barbaros üzülse mi, kızsa mı bilemedi. belki pişman olmalıydı.

beş çeyrek sularına geldi saat, içerisi birkaç müşteri doldu. her biri lezzetli yemekler denedi. çorba içtiler. pek memnun kaldıklarını dile getirdiler. sonra günün son müşterisi girdi içeri: üzerinde ince, krem bir palto, teni ak, saçları kahve... fakat barbaros'un dikkatini gözleri çekti önce. birden o gözler kendisine doğrultuldu, bir gülümseme yayıldı dudaklarına. barbaros anlam veremedi. anlayamadı. kendi yaşıtlarındaki bu beyefendi niçin gülümsüyordu kendisine? belki de arkadaşı yoktu.

"merhaba," dedi gülümsemenin sahibi. "yeni bir tarif denediğinizi duydum."

"evet, elbette... kendi yaptığım, uyarlamış olduğum bir sebze yemeğidir."

"ne güzel, pek sevindim... o tariften bir kâse alabilir miyim? bir de..." günün yemeklerinin yazılı olduğu kara tahtada gözlerini gezdirip aradığı çorbada durdu. bir kâse çorba, bir de sebze yemeği istedi. köşeye, deniz manzaralı bir camın önüne oturdu. bekledi. barbaros yemeklerini tepside birleştirip önüne servis etti. afiyetle yemesini söyledi. bey teşekkür etti. barbaros tepsiyi alarak arkasını dönüp birkaç adım uzaklaşmıştı lâkin bir el gitmemesi için sol bileğini sıkıca tuttu.

"bekleyin!" dedi. "lütfen yanıma dönün!"

barbaros şaşırmıştı, arkasını döndü. işte orada, aceleyle sandalyesinden kalkıp kendisine adımlamıştı... neden? ama neden? barbaros yine anlayamadı. belki de gerçekten yalnızdı.

beyefendinin gözleri sol bileğine kaydı barbaros'un, tutmakta olduğu elini göz hizasına kadar yukarıda tuttu. endişeliydi gözleri. üzgündü. kendi gözleri şaşkındı.

"niçin yapıyorsunuz bunu kendinize?" diye sordu. "bileğinizin bu hâline rağmen niçin lokantayı açık tutuyor ve yemeklerle, servisle uğraşıyorsunuz?"

bir yanıt yerine göz kaçırışlar ve suskun bir ifade alınca sağ bileğini tuttu bu sefer, masaya yaklaştırdı onu. sandalyeye oturttu. bileğini inceledi elleri arasında. beyaz, narin o elleri barbaros'un yaralı bileğinde geziniyordu şimdi. yan tarafındaki çantasına uzandı sonra, bir merhem çıkardı. merhemi yavaşça sürdü barbaros'un bileğine. barbaros sustu, sessiz kaldı. kendisine yardım etmek için yemeğini soğutan bu kişiye ne diyebilirdi ki? teşekkür mü etseydi? hayır, teşekkür kesinlikle az kalırdı.

merhemi sürdükten sonra çantasında bir şey aramaya başladı bey, karıştırdı da durdu; fakat aradığı şeyi bulamadı. etrafına bakındı sonra, lokantanın dört bir kenarına baktı, yine de bulamadı. çaresizlikle ve hüzünle başını eğdi, tam da o sırada rastladı bileğine. sol bileğine. paltosunu bir hamlede çıkardı ve işte tam o anda gördü beyefendinin sol bileğini barbaros! tam o anda büyüdü gözleri! beyefendi sol bileğine dolanmış beyaz bandanasını çözdü bileğinden. çantasından çıkardığı pürüzsüz bir tahta malzemesini koydu barbaros'un kolu ve bileği boyunca, sonra bandanasını bileğin etrafına sarmaya koyuldu. "bir bandaj kadar güçlü değil maalesef ki," dedi. "lâkin hareket ettirmez ve dinlenirseniz daha hızlı iyileşecektir... yine de kesinlikle bir hastaneye gitmelisiniz. düşündüğümden daha ciddiyse alçıya almalılar."

barbaros'un gözleri hâlâ bileğindeki bandanadaydı. hâlâ inanamıyordu barbaros, bu nasıl olurdu? kendisine yardım eden bu koca yürekli beyefendiden bandanasının diğer eşi nasıl çıkardı? kader dedikleri buydu demek ki, bu olmalıydı. bir tesadüf olamayacak kadar büyüleyici buldu bunu barbaros. kelimeler boğazında düğüm oldu.

"sizi rahatsız mı ettim?" diye sordu karşısındaki. "size karşı haddimi mi aştım?"

"hayır," diyebildi sadece kıvırcık saçlı lokanta sahibi. beyefendi başını salladı. konuşmak istemiyorsa onu zorlamak, üzerine gitmek istemezdi.

"yemekleriniz soğudu... yenilerini getireyim."

"hayır, hayır zahmet etmeyin! bu bilekle çalışmanızı asla göze alamam!"

"fakat benim yüzümden yemeğinizden oldunuz."

"eğer bana bir tepsi yiyecek daha getirirseniz bandanamı boşuna kullanmışım demektir."

"ama..."

"lütfen."

ve barbaros durdu, hayret etti, şaşırdı. yirmi dört senelik yaşamında ilk kez bu denli sakin ve iyi bir günü olduğu için şaşırdı. onu sakinleştiren bu beyle tanıştığı için şaşırdı, bileğindeki beyaz bandanadan yayılan ısıyı düşündükçe şaşırdı. hareket etmedi, bir şey söylemedi, sustu. sadece gözlerine baktı. zîra gözleri ona diğer insanlardan farklı bakıyordu, sanki ona ve sadece ona bakıyordu! biliyordu barbaros, bu gözleri gördüğünde bilmeliydi, bu bakışların salt kendisine yöneltilmediğini bilmeliydi, bu yardımın bir günlük olduğunu bilmeliydi, bandananın bir gün bileğinden çıkacağını ve onun da diğerleri gibi yitip gideceğini bilmeliydi.

fakat yine de, bu sevgi ona özelmiş gibi hissetti. kendini kandırdı. bilmemiş gibi yaptı. öyle olmasını umdu. lokantası dışında elinde kalan, gitmeyen, ondan kaçmayan bir diğer şeyin de bu bey olmasını diledi.

kerchief • hasbarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin