yatağa uzanmış tavana bakıyordu. düşünüyordu. kuruyordu. neyi düşünüyordu ama? kimi düşünüyordu barbaros? düşünecek kimi vardı? bilmiyordu. belki çoktan unutmuştu, belki kendisine itiraf bile edemiyordu.
iki hafta kadar geçmişti olayın üstünden, yine de geçmek bilmeyen günlerdi onun için. bileği yüzünden lokantasını geçici olarak kapatmak zorunda kalmıştı, bu süre boyunca evinde durmuş, kendine zaman ayırmış, kitaplar okumuş ve bolca komik televizyon programları izlemişti. hastaneye gitmeyi, bileğini bir hekime göstermeyi birkaç kez düşündüğü ve istediği olmuştu ama aynı zamanda stajyer hekimlik yapan tıp öğrencisi ile orada karşılaşmak istemiyordu, gitmemişti bu yüzden. aynı zamanda bandanayı da çıkarmış değildi, hâlâ bileğine bağlanmış dururdu, ne denli öyle görünmese de o kadar çabuk kopamazdı barbaros. ne yapacağını da bilemiyordu artık. ne yapabilirdi ki? yalnızca bir gündür tanıdığı bir müşterisiydi o sonuçta, bir gün geçmiş ve gitmişti, yemek yemiş ve karşılığını vermişti; kabul etmese de en çok acıtan buydu! en çok acıtan, geriye hiçbir şeyin kalmamasıydı.
barbaros çabuk ve aceleyle alınan şeyleri sevmezdi. âni kararları sevmezdi. hemen ödenmeye çalışılan borçları sevmezdi. veresiye defterine isimlerini yazdırmamak için insanlardan ayaküstü borç isteyen, bir yerlerden toplamaya çalışıp ortalığı velveye verenleri sevmezdi. onun yerine bir daha gelmelerini isterdi. başka bir gün, başka bir zamanda, daha iyi bir hâlde tekrar gelmek... hayatındaki insanların da böyle olmasını isterdi. eğer işler kötüye giderse en azından yüreklerinde her zaman birbirlerine karşı duyacakları bir borç olurdu ve uzaklaşsalar bile o borcu geri ödemek, sevgiye dayanamadıkları için döneceklerini bilirdi. fakat hayatında hiç böyle biri olmamıştı, sanırsa olmayacaktı da. özellikle kendisinden aldığı tek şey bir günlük bir sevgi iken o sevgiyi ödemek için dönmesini bekleyerek, kendisini hatırlamasını veyahut özlemesini düşünerek, sokaktan gelip geçenleri seyrederek iki haftasını bu şekilde geçirmiş ve hiçbir sonuç alamamış biri olduğu için; öyle ki, verdiği sevgi kadar sevgi görmeyi bekleyen biri olduğu için ve insanlar bilmeden, anlamadan, istemeden onlara sevgi aşıladığı için ruh hâlinin düşük olmasındaki asıl suçlu kendisi olmalıydı.
uzandığı yerde doğruldu. bir ses duydu düşüncelerinin arasında. duyduğunu sandı ya da. ismini çağırıyordu. seslenip duruyordu ona. ayaklandı, kapıyı açtı. alt kata inmek istedi barbaros. sesi takip etmek istedi. şu şehirde ismini bilip de ona seslenen kişinin kim olduğunu öğrenmek istedi. merdivenlerden indi. mutfağı geçti. sarıldıkları masanın önüne geldi. ama sesler kesilmedi. bir rüzgâr uğultusuydu bu sefer. lokantanın kilitli kapısına çarpan bir rüzgârdı. deniz manzarasını buğulu kılan bir sisti. kulaklarını ağrıtacak kadar güçlü bir düşünceler silsilesi gibi geçip gidiyordu barbaros'un önünden. sandalyeye oturdu barbaros. gözlerini kapadı. kana bulanmış beyaz bandanayı çıkarıp attı sol bileğinden.
satış tezgâhına doğru yürüdü, evvelce pencerenin önüne asmış olduğu siyah bandanasını aldı eline. elini yıkadı. sardı sonra onunla. yeni bir tahta parçası buldu, bağladı. beyaz bandanayı kendisiyle birlikte üst kata çıkardı. köpüklü bir su hazırladı. yıkadı. kan lekelerini çıkarmaya çalıştıkça yaralarına değen su yaktı tenini. bu sefer daha çok denedi.
temizlendiğine emin olduğunda alt kata, lokantaya geri indi. pencerenin önüne geldi. sanki bir kuşmuş gibi, sanki sıkı tutmazsa elinden kaçıp gidecekmiş gibi hissediyordu. öyle sıkı tutuyordu onu. canını acıtmaya korkuyordu. pencereyi açtı. elleri titreyerek bağladı beyaz bandanayı rüzgâr çanına. esinti saçlarını savurdukça hareket etti bandana, bir boşluğun şarkısını okudu.
sonra dairesine geri çıktı. uzandı. uykusu yoktu ama düşüncelerinden uzaklaşmak için başka ne yapabileceğini bilmiyordu. yemek yapmak istemişti ama... yiyecek kimse olmadığında yemek yapmanın ne anlamı vardı ki? hoş, iki hafta öncesine kadar yapayalnız olan kendisi, yine yalnız bir iş gününde karşılaştığı yalnız bir adamı özlüyordu.
•
saat gece yarısını geçe, istanbul'un sessiz sokaklarında yürüyen bir beyefendinin giydiği ince kazak yalnız başına kendisini üşümekten alıkoyamıyordu. sırtını dayadığı rüzgâra rağmen tek beklentisi en azından çantasının sırtını ısıtmasıydı. öğrenimde birkaç günü dolmuştu, genelde toplu taşıtlarla gidip geliyordu fakat bu soğukta uzun bir süre duraklarda beklemek istemeyip yürümeye karar vermişti, şimdi de kararından pişmanlık duyuyordu. elleri ceplerinde, dona dona, dudaklarından süzülen hava buharıyla sokaklardan hızlıca geçip gidiyordu.
genişçe bir caddeye geldiğinde, saçları dağılmış, elleri soğuğun, stresin ve birkaç iş gününün verdiği acıya dayanamadığından çatlamaya yüz tutmuş, burnu ve kulakları kızarmış biçimde o genişçe caddeye geldiğinde, soluklanmak için, bir nefes alabilmek için durduğunda sağ tarafından, birkaç blok ileriden gelen sessiz bir şarkıyı duydu.
adım attı yavaşça oraya doğru, açık pencereden ışık süzülüyordu dışarı, kısık bir ısı dalgası yayılıyordu. içeri baktığında yüzüne hafif bir sıcaklık vurdu, tenine vuran ısıyla titrediğini hissetti ve hafif esinti sayesinde özgünlükle sallanan rüzgâr çanı notalara her dokunduğunda, tıp öğrencisi yüreğinde kıvılcımlanan başka bir his duydu.
esinti yavaşladı, rüzgâr çanı sessizce durdu. çanı izlemeye başladı. bu soğuğun, titremelerinin ve karanlığın arasında, bir evin penceresinden yayılan ışıkta her şeyi unutmuş, yalnızca hareketsiz bir rüzgâr çanını izlemek için durmuştu. ipinin ucuna bağlanmış bir kumaş parçası gördü sonra. yavaşça dokundu ona, inceledi... eli istemsizce sol bileğine gitti. ama orada bir şey yoktu. sol bileği çıplaktı. sol bileğine dolanmış bir bandana yoktu ve şimdi üşüyordu, tıpkı bandanasını verdiği kişinin, (kim bilir) bu soğuk günden ne derece etkilendiği ve nasıl üşüyor olabileceği gibi. işte o zaman, penceresinin önünde durmakta olduğu bu yerin bir ev değil de, iki hafta önce göz yaşları içerisinde ardında bıraktığı lokanta olduğunu anladı.
ama bilemiyordu. yine de bir gece yarısında hislerinin ve adımlarının kendisini bir şekilde buraya getirdiğine ihtimal veremiyordu. esinti hızlandı, rüzgâr çanı yine sallanmaya başladı. parmaklarını değdirdiği beyaz bandana ellerinden çıkıp özgürce savruldu pencerenin içine doğru. sanki kendisine bir şey anlatmaya çalışıyordu. yanlış mı anlıyordu? yorgunluğun verdiği bir hissiyat mıydı sadece bu? içeri girip kendini lokanta sahibinin sıcak kolları arasına atmak isterken bu sadece içinde bulunduğu durumdan kurtulmak istemesinden mi kaynaklıydı?
"affedersiniz?"
lokanta kapısının önünde, kim olduğunu anlamaya çalışan, kendisine doğru eğilmiş, rüzgârın kıvırcık saçlarını tarayıp geçtiği, buklelerine şekiller verdiği biri duruyordu. işte tıp öğrencisinin, böyle bir günde, şu son on beş dakika içerisinde duyduğu en büyük korku ve hayâli şimdi karşısında, kendisine bakıyor, gözleriyle üzerinde geziniyor, sanki ruhunun derinliklerinde onu görüyor ve düşüncelerini tek tek açığa çıkarıyordu. bilmiyordu. lokanta sahibi ona doğru bir adım attı. öğrenci karşılık vermedi. geri adım atmadı. savunmasızdı. önüne geldi genç, ona doğru elini uzattı. yüzünde, yanağında, boynunda gezdirdi elini. ne zaman aktığını bilmediği göz yaşlarını sildi. o sırada bir şeyler söyledi. saçlarına dokundu. kulaklarına değdi parmakları. ya da değmiş, öyle gördü üşümüş olan. çünkü kulaklarını ve burnunun ucunu hissedemediği gibi, kendini tutamayıp ona sarıldığı, kendini kollarına attığı zaman, parmaklarının ucunda hızla atan nabzını duyamadı. belki gerçekten soğuktan donmaktaydı... belki de eski bir kibritçi kız masalındaki gibi yok olup gidiyordu.
tek duyabildiği fısıltısıydı, omzundan tenine değen saçlarıydı. sonra istemsizce, gecenin ağırlığıyla ve rüzgâr çanının kulağında bıraktığı melodiyle gözlerini kapadı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
kerchief • hasbar
Fanfictionbarbaros bileğine dolanmış siyah bandanasının diğer eşini lokantasına gelen bir öğrencinin sol bileğinde bulur. • yazılmış ilk hasbar kurgusudur. 28 august 23, 12.31 am.