01

253 27 116
                                    

"...peki, siz ne ile uğraşırsınız? hekimsiniz sanıyorum, lâkin genç gördüm sizi."

"ben üniversite öğrencisiyim... ilk üniversitemi bitirdim, stajyer hekimlik yapmak için istanbul'a geldim, bir hafta kadar oluyor."

"anlıyorum... pek alışamamışsınızdır hâliyle. gittiğiniz veya gitmeyi arzuladığınız yerler var mı?"

"şu ana kadar yalnızca buraya gelebildim. gidilecek yerlerle ilgili bir bilgim, tanıdıklarım yok. bu şehirde tek başımayım o yüzden takdir edersiniz ki önce tutunmaya çalışıyorum."

"tabii, elbette..."

barbaros bardağından bir yudum su aldı. konuşma ilerledikçe kendini mahcup ve güçsüz hissediyordu, yetersiz hissediyordu, hayatında kimseye karşı yetersiz hissetmeyen kendisi bu beyefendiye karşı elleri titreyerek yanıtlar arayacak kadar savunmasızdı!

"yemekleriniz ne olacak?" dedi. başladığı yere geri döndü.

"bu hâlinizde sizden yemek isteyemeyeceğimi söylemiştim..."

"fakat ben... bakın... sizi böyle bırakamam! yapabildiğim tek şey yemek olduğundan size yalnızca yemek sunabilirim, başka vasfım yoktur! iyiliğinizin karşılığını başka şekilde veremem!"

karşısındaki sessizleşti, sustu. ne diyeceğini bilemiyor gibiydi. ne diyebilirdi ki? barbaros olsa ne derdi?

"mâdem bu kadar ısrarcısınız... pekâlâ. ama anlayışla karşılarsınız ki tam yanınızda duracağım ve sol kolunuzu hareket ettirdiğinizi bile görmeyeceğim. tepsiyi kendim taşıyacağım."

lokanta sahibinin gözlerindeki ışıltıya şahit oldu hekim adayı. uzun kıvırcık saçları omuzlarına dökülürken ve gülümserken dünyadaki herkesi, her şeyi unutmuş gibiydi. sanki sadece o vardı. sanki sadece ikisi vardı. fakat çok kararsızdı kendisi, bilemiyordu, şu yapayalnız olduğu şehirde bir arkadaş edinmeye çalışıyordu ama bu kişinin yalnızca bileğini tedavi ettiği bir hasta olarak kalmasından korkuyordu... ölesiye korkuyordu.

"siz benim ilk hastamsınız."

kâseye çorba doldurmakta olan kendisine döndü. "efendim?"

"benim ilk hastam sizsiniz, bayım! bu yüzden... lütfen benden sakın uzaklaşmayın!"

barbaros onun bu hâline güldü. "sizden neden uzaklaşayım ki?"

hekim adayı gözlerini kaçırdı. etrafta gezdirdi. göz bebekleri onun vücudunda gezdi. gözlerinden saçlarına gitti önce, kıvrımlarını aşarak omuzlarına vardı; sonra göğsü hizasında atan kalbini, nefes alıp verişlerini izledi... "bilemiyorum," dedi. "çünkü ben burada tek başımayım, oysa sizin burada ömrünüz geçmiş. bir yaşantınız, tanıdıklarınız, aileniz var. bense... sizin hayatınızda yalnızca bir yarayı tedavi edecek kadar kalabilirim."

"yanılıyorsunuz." yemekleri hazırlamayı bitirmişti. "arkadaşlığımız ne kadar uzun sürer bilmiyorum ama siz asla sıradan bir doktor olarak kalmayacaksınız benim gözümde. huzurlu olun bu yüzden. endişeniz olmasın."

"teşekkürler..." tepsiyi aldı eline, masası boyunca yürüdü. bu teşekkürün salt söyledikleri uğruna değil, yaptığı yemekleri, gözlerindeki parıltıları, dudaklarındaki gülümsemeyi, bileğini tedavi ederken saklamaya çalışsa bile dolan gözlerini, kendine kattığı hisleri de kapsadığını anlamasını umdu. anlamış mıydı, bilmiyordu. belki de asla anlayamayacaktı.

belki, diye düşündü stajyer doktor. belki, belki, belki... hayatı olasılıklar ve şu küçük "belki"ler üzerinde sınırlıydı. onların üzerine kuruluydu. onlardan başka yüreğini heyecanlandıran bir şey yoktu. belki istanbul bana iyi gelir, belki stajyerlik programına ilk sıradan girerim, belki köşedeki lokantada leziz bir yemek yerim, belki bu beyefendi elini incitmiştir, belki bileğini tedavi etmeme izin verir, belki bana olumlu yaklaşır, belki bandanam sonsuza dek onun bileğinde yaşlanır!

"bir sorun mu var?"

uzun saçlı beyin sorusuyla düşüncelerinden sıyrıldı. "hayır... hayır, yok." gülümsedi.

"iyi o zaman. yemekleriniz soğumasın." barbaros ona son kez gülümseyip afiyet diledikten sonra lokantanın mutfak kısmına gitti. kendisi tek kaldı. yemeğini yedi. düşündü.

düşünecek neyi vardı ki?

yersiz ve gereksiz olan umutları kıvırcık saçlı beyefendinin yarasında solduktan sonra, bundan aylar geçince bir çöp kenarında ölecek olan şu beyaz bandanasına bağladığı umutlar yitip gittikten, iki saattir bile tanımadığı gencin bilekleri iyileşip bıçak tutmaya başlayınca yaptığı yemekler ona kendisini hatırlatmadıktan sonra, hekim adayının bu umutları yersiz hayallerden ibaret değildi ne neydi?

sorular vardı aklında, cevaplarını bulamadı.
cevaplar hiç onda olmamıştı.

barbaros mutfağa geçtiğinde aklında binbir türlü fikir dönüp duruyordu. tatlı yapmak istiyordu, beğenebileceği en güzel tatlıyı yapmak. lâkin bunu nasıl yapacaktı? ne beğenirdi ki o? nasıl tatları severdi? hangi aromadan keyif alırdı? düşündü de durdu barbaros, zihninde tarttı, ölçtü... sonunda, en iyi yaptığı tatlıda karar kıldı. kendisinin de favorisi olan bir tatlıydı bu, deneyen herkes pek beğenmişti, belki o da beğendirdi... bu düşüncelerle işe girişti barbaros. bu tasarılarla yaptı tatlısını, karıştı da durdu. bir tutam elma özü ekledi hamuruna, kalbinden parçalar verdi. pişirdi.

"size bir sürprizim var."

peçetesiyle dudaklarını silen bey ona döndü. "öyle mi? ne sürpriziymiş bu?"

barbaros çocukça gülümsedi. arkasına sakladığı, sağ elinde tuttuğu tabağı masaya bıraktı. "size tatlı yaptım, doktor bey! sizin için elmalı turta pişirdim!"

masadaki ne diyeceğini bilemedi. dili tutulmuştu. yediği bu yemekler, ortadan kaybolması, ardından kendisi için yaptığını söylediği bu tatlı; ve... doktor bey. umutlanmaması gerektiğini biliyordu, umutlanmayacaktı, umutlanacak bir şey yoktu. belki de hâlâ teşekkür etmeye çalışıyordu.

"neden tadına bakmıyorsunuz? elmalı turta sevmez misiniz? başka bir tatlı yapmamı ister misiniz?"

"hayır, kesinlikle hayır. ben..."

işte yine olmuştu. yine oluyordu. kendisinin, çevresinin ve doktor olmasının önündeki en büyük engeli, mutlu olmak istediği tek bir günde yine karşılıyordu kendisini. elleri titriyordu. durduramıyordu, durduramazdı, daha önce de durduramamıştı. onun görmemesi için masanın altında tuttu ellerini. sağ elini kaldırdı yavaşça. çatalı tuttu. titretmemeye çalıştı.

"eliniz..."

"önemli bir şey değil."

"fakat doktor bey..."

"lütfen..."

çatal elinden düştü, masaya çarptı. elleri daha da kötüleşti. biraz bile durduramaz oldu artık. çatalı tutmaya çalışırken çarptı tabağa, kıvırcık saçlı oğlanın getirdiği elmalı turta yere saçıldı. tabak kırıldı. gözlerini kapadı doktor, hızlı nefesler alıp verdi. ellerini sıktı, birbirine kenetledi. gözünü açmak istemiyordu, açmayacaktı, karşısında kendisine büyük bir şaşkınlık ve hüsranla bakan o yüzü görmektense günlerce gözü kapalı kalırdı! ama yapamadı, yine olmadı. sakinleşemedi. gözünden yaşlar süzüldü. göğsünün sıkıştığını hissetti.

sonra bir el hissetti teninde. sıktığı parmaklarını açıp kendi eline kenetledi. eğildiğini hissetti, boyun girintisine yasladı başını. saçlarını okşadı. daha sesli ağladı doktor, nefesi ne kadar çıkabilirse o denli ağladı. ne kadar gözyaşı varsa o kadar yaş döktü. titreyen ellerini kenetlediği oğlan daha da sarmaladı onu, saçları doktorun omuzlarına döküldü. kokularını aldı doktor, nefes alıp verdi. elini tuttu. barbaros kendini daha fazla tutamadı. tek tek gözyaşı akıttı doktorun tenine. güçlü duramadı. yanında olamadı.

araya dakikalar, saatler girdi. barbaros kendi pişmanlığını yaşadı, doktorsa ona asla sahip olamayacağı için her saniye daha çok ağladı.

kerchief • hasbarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin