han jisung
gurur neydi? daha doğrusu 2 haftalık yapılan bir gurur neydi?? en azından gurur ve inadın aynı işleve sahip olduğunu anlayabildim. lâkin gurursuz biri olmak ister miydim? asla... asla. ama bazı konularda gurur yapmanın ne faydası var, aklından çıkaramadığın bir şey varsa?
başıma ne iş açıyorum bilmiyorum ama yazdıklarını tamamen okudum. özellikle kırıldığını söylediği mesajlarını okurken kötü hissettim kendimi. o da hiç hissetti mi bunları? yine de eyvallah, tekrardan karşılıksız bir şey yapıyorum.
mekânın kapısından girdiğim gibi masanın üzerine kollarını uzatıp, başını da kollarının üzerine yaslayıp yarı uyuyuk minho'ya bakıyorum şu an. birkaç teneke kutusu var yanında ve bir de bardaklar... ne içti ya da ne kadar içti belirsiz, burada garson olsam belki bilirdim. onu incelerken bile tepkisiz ve suratsız gözüküyordum eminim ki.
yani beni beklemiş mi oluyor?
onu uyandırmadan yanına gidip iç çektim ve garsona bakındım. etrafa orta yaşlı amcalar doluşmuş ve o utanmadan tek başına burada durmuş... sağlıktan ziyade artık tamamen prens minho'nun iyi olup olmadığını düşüneceğiz. "hesabı alabilir miyim??" kasadaki çocukla göz göze gelince kafa salladı ve not defteriyle birlikte yanıma geldi. "bu masanındı değil mi efendim?"
"evet, bu masa." aptal, beyinsiz minho'nun masası. fiyat pahalıydı, fiş gözümün önünde büyüdü birden. kaşlarım havaya kalktı ve uyuyan gence baktım. ne içti ki o kadar... ödeme bitince içimdeki soruları da sormaktan çekinmedim garsona. "eğer gördüyseniz, bir sıkıntı çıkardı mı?"
"arkadaşım ilgilendi bu masayla. ancak masasını kontrol ettiğim sıra sürekli kafası dışarıya dönük, sanırsam birini bekliyor gibi duruyordu." duyduklarım birden gururumu okşadı ve sırıtmamaya çalıştım. minho bana muhtaç biri. "teşekkürler ilgilendiğiniz için, kolay gelsin." garsonu yanımdan gönderdim ve bu beyni olmayan kişiyle ilgileneceğim, çünkü yok yani beyni harbiden.
biraz kolunu sarstım ama çok ilgilenmedi. ben de en sonunda kalkması için kolundan asılarak uyku sersemi ettim onu. "bırak, çok uykum var." gözleri kapalı sızlanırken, gülüp kolunun altına girdim ve belinden yakaladım. diğer masalardaki amcalar bize bakarken fazlasıyla gerildim ve bu gerginlikle dışarı çıkmaya odaklandım. sevmiyordum bu olayı...
"senin için nelere katlanıyorum," dedim dışarı çıkınca. sarsak adımlarla yürüyüp yolu uzatıyordu. keşke bir aracım olsa da şu iş kısa sürse, bisiklet bile olurdu. "bu böyle olmayacak." bir anda durup, ayakta duramayan gencin önüne çöküverdim. tuttuğum kolundan çekiştirip sırtıma binmesini sağladım ama o kendini direkt bana attı. "oha... merhametli ol azıcık, sırtımızda taşıyoruz amına koyayım."
bacaklarından tutup, güçlükle kalktığımda derin nefes aldım. iyi ki spora gidiyorum, nihayet bir işe yaradı yani. kollarını boynumdan sarkıtıp, başını da omzuma koyması beni tuhaf hissettiriyordu, üstelik sıcak nefesleri de kalp ritmimi daha çok çoğaltıyor. yoluma odaklanmak istiyorum ama pek aklım almıyor.
"canımı acıttın." kaşlarımı çattım hemen. bacaklarından kaymak üzere olan elimi rahatlatmak için, sırtımdaki bedenini zıplatıp rahatla yerleştim. "iyi misin?" hem yürüyüp hem soru sorarken, birden kulağımın dibinde küçük gülüşleriyle kendine gelen birini duydum, istemsiz ben de gülmüştüm. "kendine gelmişsin bakıyorum..."
"emin olduğum tek şey kalbindi, yani bırakmazsın beni bilirim," dedi kollarını sarkıtmayı bırakıp boynuma dolayarak. minho'nun bana sarılmak istemesi tatlı bir davranış aslında. fakat lafları zar zor yutkunmamı sağlıyor, fazla suskundum. "nereden emin oluyorsun? o kadar laf ediyorum sana, hatta son zamanlar ileri gittim bayağı."