Bu şehrin kalabalığının beni boğduğunu hissediyordum bazen. Metrodaki insan kalabalığı bu tezimi doğrular nitelikteydi. Hiç etrafıma bakmadan yorgunluktan sızlayan vücudum iflas bayrağını çekmiş, sadece kendini bırakacağı bir yer arıyordu. Gözlerim bir şahin misali etrafı tararken boş bir yer buldu. Dudaklarım benden habersizce kıvrılırken boş yere geçmek için adımlarımı hızlandırdım. Ta ki koca popolu milli teyzemiz beni geçip oturana dek. Hedefe ulaşmama az kalmışken kenardan fırlayan teyze galibiyet şerefiyle gözlerini bana dikerek oturdu tek boş koltuğa. Bu sefer de ayakta gidecektim. Bir boşluğa yerleşmiş insanları izlerken ki her zaman yaptığım şey insanları izlemeyi seviyorum ne yapayım? Mavi saçlı bir kadın göz radarıma yakalandı. Acayip bir hava vardı kadında. Mavi saç, mavi göz, mavi kıyafetler. Bu kadın o kadar tek düzeydi ki teninin renginin, yoğun beyazlıkla tenini süsleyişine şaşırıyordunuz. Oysa ki biraz daha baksam onu bir avatar sanabilirdim.Gözlerim bir başka kurbanını ararken kadının yan koltuğuna kaydı. Yanındaki oturan adam tam bir beyefendiydi. Birden etrafımı Mozart'ın piyanoyla sarılmış bestesini dinlerken gözlükleri burnunun biraz aşağısında meşhur takım elbisesiyle gazete okuyan hanım amcamıza benzettim. Şey, bu bahsettiğim kişi tipik komşumuzdu. Sağolsun bizi Mozart dedemizden bir an olsun eksik etmezdi. Etrafı izlemeyi kesip bulunduğumuz durağa baktım. İnmem gerekiyordu. Şimdi büyük bir azimle 3-4 kişiye "Afedersiniz" diyerek aralardan geçtim. Ve başarmıştım. Metrodan indiğimde zihnimde zafer müziği çaldı ve camdan bakan popo teyzeye saçma bir - ben kazandım bro naber - bakışı attım. Yaptığım şey saçmaydı biliyorum ama ben de böyle biriyim işte saçma da olsa içimden geleni yapmaya çekinmeyen. Çocuksu hareketler ve hayallerin yanında maço bir mahalle kızı. Bazen de iç sesimi susturamıyordum. Dışarıdan bakılınca sert biri gibi gözükebilirim ama içimde cırlayıp duran bir çocuk var hep. Ama onu da seviyorum işte, yani bazen.
Kolumdaki saate baktığımda işe on dakika geç kalmıştım. Adımlarımı hızlandırırken cep telefonumun çalmasıyla duraksadım. Ekrandaki "Baş Belası Kardeşim" yazısını görünce şaşırdım mı? Hayır. Bir rahat bırakmıyordu cırtlak kız. Telefonu renkli çantamdan çıkarıp aramaya cevap verdim. Bir yandan da kaç dakikada gidebileceğimi hesaplıyordum. "Alo cırtlak ne var? " dedim bıkkınlıkla. O ise hiç istifini bozmayan ince sesiyle afedersiniz kulağıma sıçtı. "Cırtlakmış peh. Sana çok meraklıyım da sanki. Bir an bile ayrı kalamıyorum. İşe gideceğim ama maalesef bizim pos bıyıklı amca kirayı almadan gitmeyeceğini aksi taktirde hiç de kibar olmayan bir şekilde kıçımızı dışarı postalayacağını belirtti. Bu durumda ne yapmalıyız acaba sevgili kardeşim? Diye adeta çığrındı Derin. Ne diyebilirim ki? Cebimizde beş kuruş yokken o gaddar ev sahibinden zaman isteyemezdik. Aslında kaçabilirdim. Evet. Nasıl olsa Derin evcil hayvanım gibiydi. Bir işime yaramazdı. Ona bir bakkala uğrayacağım diyip tekmeleyebilirdim. Ama lanet olasıca abla iç güdülerim o cırtlağı bırakamıyordu. Bir haftacık daha bekleyemez miydi şu pos bayıklı. Bu arada bu kafede işe yeni başladım sayılır, bardaki işim yetmeyince okuldan sonra part time bu Beach Club'da garsonluk yapıyordum. Telefona geri dönüp "Tamam Derin sen biraz daha oyala veririz bu hafta içinde hadi canım hadi." Cevap vermesini beklemeden kapattım telefonu. Biliyorum çünkü Derin böyle şeyler pek yapamaz. Çekingendir bana göre. Aslında çok farklıydık biz. Bazen kardeş olduğumuzdan şüphe ediyordum.
İlk haftadan iki gün geç kalmıştım zaten bunu üçlemeye niyetim yoktu. Adımlarımı koşar vaziyete getirip sahile girdim. Seviyorum buranın havasını ya. Mutlu mutlu girdiğim sahildeki insanlara manyak havasında gülümsüyordum ki Club'a girdiğimde bu hava tamamen değişti. Patron söylenmeye başlamıştı. "Oo Ece Hanım gelmişler. Hoşgelmişler." Vesayire vasayire... İlk hafta olduğu içindir bu yumuşaklık tipe bak. Adam uyuzun kıl herifin teki. Neyse ki mesai saatlerimde onu pek görmüyordum. Hemen iş kostümümü giyip adisyonu kaptığım gibi dışarı çıktım. Şezlonga yeni yerleşen çiftin yanına giderek "Hoşgeldiniz" dedim ve siparişlerini aldım. Hemen adımlarımı içeri yönlendirdim ve siparişleri verdim. Böyle iki üç saat geçtikten sonra mola zamanım gelmişti. Bir on beş dakika adete dur artık(!) diye sitem eden ayaklarıma hüzünle baktım. Ama ayaklarım da alışmıştı ki buna. On iki yaşımdan beri çalışıp para kazanan biriydim ben. Ailemle çok mutlu giderken hayatım birden hastalığım pençesinde olan annemle bozuldu. Kanser denen illete yakalanmıştı. İlk zamanlarda küçük olduğumuz için Derinle annemizin nasıl günler geçtikçe içi içine eridiğini fark edememiştik. Ta ki kemoterapileri başlayıp o güzelim karamel saçları dökülene kadar. Annem babamın o cennet kokulu dediği saçlarının döküldüğünü görünce çığlık çığlığa ağlamaya başladı. Ondan sonra hiç konuşmamaya, yememeye başladı. Ameliyatlar, ilaçlar peş peşe sıralanırken babam da çökmüştü. Derinle biz de bir ölüden farksızdık. Mahalledekiler bize yardım etmeye çalışıyorlardı ve onların gözlerinden gitmeyen acıma dolu bakışlar bile benim için bir hiçti. Bazı geceler Derin uyuyunca annenin odasının kapısında diz çöküp kapıya dayardım başımı. Benim beklediğim annemin bir zamanlar neşe ve huzur dolu kahkahasıyken onun hıçkırıkları dolduruldu kulağımı. Ben de dayanamaz banyoya koşturup canım çıkana kadar ağlardım. Sonra da ayaklarımın yetişmediği için lavaboya bir tabure yardımıyla tırmanıp saçlarından bir tutam keserdim. Çocukluk aklı işte. O zaman annemin üzülmeyeceğini sanırdım. Bir süre sonra annemin durumu kötüleşti ve hastaneye kaldırdılar onu. Bir gece onun ölüm haberini aldık. Derin acıdan bayılırken ben hiç bir tepki verememiştim annem öldüğünde. Yalnızca dikiliyordum öylece. Ne konuşuyor, ne yemek yiyor ne de ağlayabiliyorum. Hiç bir şey. Bir süre bu devam etti. Babam bizim yüzümüze bakmaz oldu. Annemin hayaletiyle yaşar gibi bir hali vardı. İşten çıkarıldı. Bu yüzden bir inşaatta çalışmaya başladı. Bir gün bir iş kazasıyla vefat ettiği haberi geldi. O hala alışamadığım bir ölüm korkusu bedenimi yine sarstı. O olaydan sonra Derinle ikimiz bir yetimhaneye yerleştirildik. İşte o gün karar verdim ben içimden geleni yapıp hiç bir şeyi ertelememeye. Çünkü bir gün geliyor ve öylece kala kalıyorsun ben bunu iki kez yaşamıştım evet o zamanlar çocuktum. Ama öyle hissetmiyorum işte içimde kaldı annem ve babam öldüğünde ağlamak.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SİYAHIN RENGİ
ChickLitSiyah bir renk miydi? Yoksa kaybolmuş bir adamın gölgesi kadar hiçlik miydi? Sokakta oynayan çocuklar kadar mutluluk, kafesten dışarıyı izlemeye mahkum edilmiş bir serçe kadar çaresizlik. Umut kadar beyaz, ölüm kadar mor muydu siyah? Öyle ki bir ada...