soobin, taehyun, kai ve ben, sevdiğim bir kafedeydik. kafe insanı olduğum söylenemezdi aslında ama buraya yağmurlu bir günde yeonjun'la gelmiştik sığınmak için. buradaki kimse bilmiyordu, aramızdaki "yağmuru seviyorum diyorsun, yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun." muhabbetini. soobin'in içten içe hissettiğini biliyordum gerçi, aramızdaki en hassas oydu çünkü. hiç çaktırmasa da hepimiz hakkındaki en ufak detayları dahi biliyor, buna göre davranıyordu fakat aleyhimize kullandığını görmemiştim bugüne kadar. öyle biri değildi çünkü. yeonjun'a karşı kullanabileceği onlarca kozu varken bile hiçbirini oynamamayı tercih etti. benim aksime, hiç kindar değildi. bugün, şimdi yeonjun çıkagelse ve "soobin, özür dilerim. yeniden arkadaş olalım." dese elbette olmazdı ama saman altından götürürdü suları, merhamet duyardı belli etmeden. şu an da öyle olduğuna eminim zaten. vicdanının, ancak yeonjun'un tedavi almasıyla rahatlayacağını söyleyip duruyordu. bir milyonuncu kez yeonjun'un umurumda olmadığını söyleyecektim şimdi. umarım dışarıdan ne kadar enayi gibi gözüktüğünün farkındadır.
"soobin eğer buraya yeonjun hakkında konuşmaya geldiysen gideceğim. sana son kez söylüyorum, yeonjun umurumda değil. sen istediğini yap, ben ve kai yokuz."
"pekâlâ." dedi soobin, sandalyesinde geriye doğru gitti pes eder gibi.
"benim de çok umurumda olduğundan değil. sadece, çocukluğumuz hatırına bir şeyler yapmak istedim ama galiba haklısınız. başkalarıyla uğraşmaktan önümü göremez oldum."
soobin'in sözleriyle taehyun ve kai arasında geçen keskin bakışmaya fark edip kaşlarımı çattım. benden sonra birkaç kez daha görüşmüştü onlarla. elbette bunu istemiyor değildim veya ona engel olamazdım ama kendi aralarında işler çevirmeleri hoşuma gitmiyordu. soramıyordum da ilgileniyorum sanar diye.
aslında haksız olmazdı, gün geçtikçe soobin'in teklifi kafama yatıyordu. son yarım yılı tamamen depresif, hayata küsmüş, her günüm aynı şekilde geçirmiş ve hayatımın en güzel yıllarını kendime zindan etmiştim. oysaki bu yıla girerken nasıl güzel hayallerim vardı; beşimiz kumbaraya her gün yirmi lira atıp tatil için para biriktirecek, taehyun babasının motorunu -yeonjun'un en büyük hayali olan o motoru- çalacak ve bizi kai'nin babasının okyanusun dibindeki kullanmadığı evine götürecek, soobin ve ben de paralarımızı birleşip o okyanusun dibinde kendimize bir ilaç şirketi kuracaktık. bütün bunlardan çok ciddiydik aslında, konuşurken gülüşmüyorduk. bundan sonra bunları yapamaz mıydım sahi? ne değişti ki? aradan geçen altı ay mıydı beni solduran? ya da yeonjun mu? kimi kandırıyorum ki? herkesin derdi vardı sonuçta, birçok insanın benimkinden bin kat daha beter dertleri olduğunu da biliyordum. ya derdi olan herkes bıraksaydı umudu?
sevdiğim bir yazarın şöyle bir sözü vardı bir kitabında, "pandora'nın kutusu hikâyesini bilirsin. açılmaması gereken kutu açılır açılmaz hastalık, keder, kıskançlık, aç-gözlülük, şüphe, ihanet, açlık ve kin gibi akla gelebilecek her türlü kötülük ve uğursuzluk kutudan sürünerek kaçmış, gökyüzünü kaplayarak uçup gitmiş. bundan sonra, insanlar ne yazık ki sonsuza kadar sefalet içinde acı çekip kıvranmak zorunda kalmış. ancak kutunun köşesinde haşhaş tanesi kadar küçük, parıldayan bir taş kalmış ve taşın üzerine belli belirsiz “umut” kelimesi yazılıymış." şimdi benim için zaman, umut etmek zamanı mıydı, yoksa o parlak taşı ayağımla tekmelemek mi?
ne yalan söyleyeyim, bu tembel, kolaya kaçmayı farz bilmiş hayatımda ikinci seçenek çok daha kolay ve zahmetsizdi. umut etmek, istenenin olmaması, bir daha umut etmek, istenenin olmaması, ve bir daha, bir daha... bu muydu şimdi yaşamak? baştan hiç umut etmeden günlerimi bir robot gibi geçirmek çok daha kolay ve acısız değil miydi?
kimse konuşmuyordu, eskiden böyle olduğunda ya taehyun ya da yeonjun, birbiriyle dalaşmaya başlar ve yorgun havayı dağıtırlardı. eğer ortam bunun için müsait değilse o zaman da hemen kalkmayı ve birinin evine geçmeyi teklif ederlerdi. bu dövüşler orada devam ederdi ve böyle işte... şimdiki sessizlik yorgunluktan değil, gerginlikten ve uzak hissetmektendi. bir insana yaklaşmak, onu tanımak, her şeyinle onun yanında olmak ve desteğini verecek kadar ona güvenmek nasıl uzun bir süreçse, bunların tam tersini yaşamak, o insanı hiç tanımamış gibi yabancı olmak da o kadar kısa bir süreçti. bizdeki de tam bu durumdu işte.
"bir şey soracağım." dedi taehyun. "sevgiliniz oldu mı biz dağıldıktan sonra?"
"niye böyle bir şeyi merak edesin?" dedim kaşımı kaldırıp. nereden çıkmıştı birdenbire?
"hyung, biz düşman değiliz. altı ay öncesine kadar giydiğimiz dona kadar her şeyi söylerdik birbirimize. yeonjun'un faturasını bizim arkadaşlığımıza kesemezsin. burada bir şeyler yapmaya çalışıyorum, çalışıyoruz. yardımcı olacağına hem kendini çekiyorsun hem de kai'yi engelliyorsun. bırak artık. bu sıkıcı hayatına devam edersen yakında intihar edersin. vazgeç."
taehyun'un sözleriyle beynimde şimşekler çakmaya başladı. "saçmalama istersen taehyun. benim kimseyi engellediğim veya bir şeylerin faturasını kestiğim yok tamam mı? bunu kafanıza soksanız iyi edersiniz. kai yetişkin biri, sizinle de istediği zaman görüşüyor zaten. onun annesi veya babası değilim taehyun, engelleyemem istesem de. ayrıca, ne yazık ki siz de sütten çıkmış ak kaşık değilsiniz. soobin burada her ne kadar bahane bulmaya çalışsa da öyle ya da böyle hatırı sayılır bir süre yeonjun'un yaptığı pisliğe rağmen yanında durdu? sen taehyun, sen de kai'den siktiri yer yemez kaçtın, olayları bilmene rağmen bir daha da arayıp sormadın. şimdi gelip arkadaş edebiyatı mı yapıyorsun? öyle aylar sonra çıkıp gelmekle olmuyor o işler. ikiniz de beni umursamayıp hayatınıza devam ettiğiniz zaman dört kişiden yalnızca biri kaldı yanımda. beni öyle sevilmemiş, öyle değersiz hissettirdiniz ki. hadi soobin yeonjun'la beraberdi diyelim, seni tutan şey neydi merak ediyorum doğrusu taehyun. bak bana, ben sevdiğim kişiden en ağır reddi yedim. onu, onun uğruna gözüm kapalı ölüme gidecek kadar sevdiğim kişi bir yalana kapıldı ve onun kölesi olup beni cezalandırdı, gözümün önüne günlerce başkasından bahsetti, başkasını sevdi. cidden, öyle korkaksın ki taehyun, seni reddeden kişi kai olmasına rağmen ardına bile bakmadan kaçtın. keşke tanrım, keşke beni de yeonjun yerine kai reddetseydi! eğer davranışlarım seni rahatsız ediyorsa kalkıp gidebilirsin. benden daha fazlasını beklemeyin çünkü size böyle davranıyorsam bunu hak ediyorsunuzdur anladın mı?"
"ben hiçbir şeyden kaçmadım. laflarına dikkat et."
benim aksime taehyun oldukça sakindi. ellerini önünde birleştirmiş, gayet normal bir ses tonuyla konuşurken benim aksime sandalyesindeki duruşunu hiç bozmamıştı. bense ayakta, müşteri olmamasını fırsat bilerek resmen bağırıp çağırıyordum. tek yaptığım şey kendime zarar vermekti.
kai, elleriyle yüzünü kapatmış, anne babası kavga eden çocuklar gibi kendi dünyasına sığınıyordu. soobin ise gözleri dolu bir şekilde bir bana, bir taehyun'a gidip tartışmanın ileri bir seviyeye taşınmasını engellemeye çalışıyordu.
elbette taehyun'la fiziksel bir kavga etmeyecektim, asla da etmezdim zaten. soylediklerimde sonuna kadar ciddiydim fakat zannettikleri kadar nefret etmiyordum ikisinden. hatta, nefret etmiyordum da. bana kendilerini açıklamaya çalışıyorlardı ama izin vermiyordum bir türlü. onları dinlesem belki de bir şeylerin farkına varıp onlara hak vereceğimden emindim ama kendimi ikna edemiyordum, sanki varmış gibi yediremiyordum gururuma. onca olayda dahi yeonjun'a yalvarırken gururum olup olmadığından şüpheliydim zira.
"kesin artık." kai'nin ilk defa bu kadar kararlı ve kalın bir ses tonuyla konuştuğunu duyuyordum. bu yüzden kaşlarım kalkmış ve devamını dinlemeye koyulmuştum.
"olan oldu, biten bitti. beomgyu hyung, lütfen bir kez dinle onları. istemezsen gideriz. hep yanında olduğumu biliyorsun ve bana güveniyorsun. bu yüzden sana söylüyorum, buradaki kimsenin, sen ve ben de dahil kimsenin birbirimiz hakkında kötü bir niyeti yok, buna eminim. biz bir zamanlar her günümüzü beraber geçirdik. yeri geldi birbirimizle çok büyük sırlar paylaştık ve bunları yaptıktan sonra bir an olsun tereddüt etmedik. bu güven bu kadar kolay bitemez. beni dinle hyung."
kai'yi dinledikten sonra hâlâ ayaktayken hepsine bir bakış attım. içimden bir ses, "siktir et herkesi, git buradan." dese de yapmadım.
yapamadım.
kalktığım ruh halinin aksine sakinlikle geri oturdum sandalyeye. konuşacaklarım, konuşacaklarımız vardı.
fakat en önemlisi, yaşadıklarımız, ve yaşayacaklarımız vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
monochrome diamonds | yeongyu
Fanficbeomgyu: benden bu kadar nefret ettiğini bilmiyordum. yeonjun: bu sadece madalyonun görünen yüzü.