itiraf

59 2 7
                                    

"İlaçla zehri birbirinden ayıran şey dozuymuş."


Bir bardak kırılmasının sesine uyandım. Saat kaçtı bilmiyorum, henüz geceydi. Başımı yatağın diğer tarafına çevirdiğimde yalnız olduğumu fark ettim. Saten sabahlığı elime alıp aşağı inerken onun adını kaç sayıkladığımı bilmiyordum.

Mutfağa indiğimde onu görememiştim. Etrafa saçılmış cam parçaları vardı ama o yoktu. Ortadaki büyük mutfak adasının arkasına doğru ilerlediğimde yere çökmüş bir şekilde bulmuştum onu. Ağır bir viski kokusu geliyordu.

"Lewis, neyin var? Bu saatte neden bu kadar içtin? Neden uyanıksın?"

Kollarını dizlerinde birleştirmiş, başını da arasına gömmüştü. Konuşmuyordu. Yanına oturup başımı omzuna koyduktan sonra sözlerime daha yumuşak bir ses tonuyla devam etmeye karar vermiştim:

"Geldiğinden beri bana söylemek istediğin bir şey olduğunun farkındayım. Lütfen söyle bana. Haydi gel salonda oturalım. Konuş benimle sevgilim, ne oldu?"

Kafasını kaldırıp yüzüme bakmıştı. Gözleri kıpkırmızıydı, belli ki ağlamıştı. Saçları dağılmıştı. Sanki birkaç saat önce yanıma yatıp beni uyutan adam değil de başka biri gibiydi.

"Söylersem... bebeğim... Ne olur seni çok sevdiğimi söylememe izin ver... Senden başka bir kadını sevmedim!"

Konunun benimle alakası neydi anlamamıştım. Sorunun evliliğimizden daha başka bir şey olduğunu düşünmüştüm ama şu noktada aklıma daha farklı şeyler gelmeye başlamıştı.

Ayağa kalkıp elimi uzattım, yerde cam kırıkları içinde oturmamızın bir anlamı yoktu. Ayakta durmakta bile zorlanıyordu, Ne ara bu hale gelecek kadar içmişti bilmiyorum ama içimdeki ses beni kemiriyordu. Akşam eve geldiğinde bu kadar dalgın olmasının, tedirginliğinin sebebi ben miydim?

"Kahve içmek ister misin? Hemen sana kahve yapacağım, sen de birkaç dakika kendine gelmeye çalış olur mu?"

Küçük bir çocuk gibi başını sallayıp elleriyle yüzünü kapatmıştı. Yerdeki cam kırıklarına aldırış etmeden makineye doğru yöneldim ve kahvenin beyaz bardağa akmaya başlamasını izledim. O esnada düşüncelerime öyle bir dalmışım ki kahve taşmıştı. Kahve kokusu o an hiç bu kadar rahatsız edici gelmemişti.

Bardağı alıp ona doğru giderken, beni izliyordu. Acı çekiyordu, sanki bir bıçak yarası vardı. O bıçağı oradan çekerse rahatlayacaktı ama bu sefer de kan kaybından ölecek gibiydi. Kahveyi ona uzattığımda büyük bir yudum almıştı. Hiç tepki vermeden, o konuşmaya başlamadan parmağımdaki yüzüğe bakıp yüzükle oynamaya başlamıştım. 1,5 senedir bu yüzük parmağımdaydı ve bir kez bile çıkartmamıştım, havalimanlarında bile. Lewis'in de yarış günleri hariç çıkartmadığını biliyordum. Şu anda da parmağındaydı. Bir süre sonra Lewis sessizliği bozdu.

"Evet, sana söylemek zorunda olduğum bir şey var. Bunu söylemekten utanıyorum, bunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Buna anlam yükleyemiyorum çünkü bunun benim için bir anlamı yoktu. Acı çekiyorum, kelimeler boğazımda düğümleniyor."

Bir an sinirle bağırmıştım: "Sikeyim! Her ne yaptıysan söyle artık!"

"Seni aldattım."

Bu iki kelime, yüzüme tokat gibi çarpmıştı ki ayağa kalkmaya çalışıp kalkamamıştım. Ne dediğini duymuştum ama idrak etmem dakikalarımı almıştı, bu dakikalar içinde konuştuğu her şeyi duydum fakat anlamamıştım.

Beni aldatmış.

Evet, 7 kez dünya şampiyonu, misyoner, takım sahibi, patron, moda ve müzikle ilgilenen, Roscoe'nun babası, hayran olduğum tek insan.

Kocam beni aldatmış.

Ona baktım, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Yalvaran gözlerle bana bakıyor ve konuşmaya devam ediyordu. Sandalyeden kalktığımda anlık bir şekilde gözüm karardı, masaya tutundum. Midemin bulandığını hissettim ve elimle ağzımı kapattım. Koşarak merdivenleri çıkıp yatak odasına gittim, kapıyı kilitleyip banyoya koştum. Sabahtan beri yediğim ne varsa hepsini kusmuştum. Gözlerimden akan yaşları umursamayarak elimi yüzümü yıkamak için lavabonun önüne gittiğimde aynaya bakmaktan kaçınamadım. Kaç dakika önümdeki aynaya baktığımı bilmiyordum, her şey film şeridi gibi bözümün önünden geçmişti. Onu ilk görüşüm, ilk konuşmalarım, ilk öpüşüm, ona "evet" dediğim o an...

Ne büyük hayal kırıklığı, değil mi?

Sonunda yüzümü yıkayabilmiştim. Parmağımdaki yüzüğe bakıp acı bir tebessümle yatağa uzandım. O ise kilitlediğim kapının önünde hala konuşmaya devam ediyordu. Kulağıma airpodsları takıp müziği açtım, yastığı yüzüme bastırıp ağlamaya devam ettim. Onu duymak istemiyordum. Sadece iki kelimenin nasıl bu kadar canımı acıtabildiğini düşündüm, bir de o "şanslı" kadının kim olduğunu.

Evden çıkmak istedim ama bunu yapacak güçte değildim. Başım ağrımaya başlamıştı, kollarım sanki kırılmış gibiydi. Kalbinin en beklemediğin anda kırılması bu kadar ağır bir şey miydi gerçekten?

Evliliğimizde hiçbir sorun yoktu, kavga ettiğimiz bile olmamıştı seneler boyunca. Yatakta da fazlaca uyumlu ve yaratıcıydık. Neden yapmıştı bunu, neden başka birine ihtiyaç duymuştu?

Yüzüğüm ilk defa bu kadar ağır geldi. Çıkartmaya elim gitseydi kurtulacaktım, bu yatak odası ilk defa zindan gibi gözüktü gözüme, bu evi çok beğenerek almıştık ama şu an enkazdan farksızdı.

Onun için her şeyden vazgeçmiştim. Başka bir ülkedeki hayatımdan, ailemden, kariyerimden, arkadaşlarımdan, en büyük hedefimden...

Hiçbir zaman lüksün düşkünü olmamıştım, mütevazı bir hayatım vardı. Resimler çizerdim, mimar olmaya karar verip İngiltere'ye üniversite için gelmiştim ama okul bitince dönmekte kararlıydım; ta ki bir çift siyah göz tarafından büyülenene kadar.

Birlikte çok şey hayal etmiştik, Lewis bir kez daha şampiyon olmak için her şeyi deniyordu. Eğer ki bunu başarabilirse birlikte başka bir ülkeye yerleşecektik, o evi ben çizecektim. Tüm ihtiyaçlarımızı biliyordum, her şey istediğimiz gibi olacaktı. En çok istediği şeyi yapacaktık, çocuk sahibi olacaktık. Dünyanın 7 harikasına gidecektik üçümüz, o çocuğu tüm insani değerlerle büyütecektik.

Dünyaya faydası olacak, harika bir çocuk. Soy adı Hamilton olacaktı.

Hepsi mi yalandı?


selamlar. bu hikayenin gidişatı beni çok üzüyo ama yapcak bise yok baska kurgularda görüşürüz. iyi geco.

the worst mistakeDonde viven las historias. Descúbrelo ahora