İnsanların hayatları bir gecede değişiyordu. Her şey öylesine
çürümüştü ki hiç kimsenin· hayatı kendi geçmişinin köklerine
tutunamıyordu. Herkes lunaparklardaki kukla hedefler gibi bir
vuruşla devrilip kaybolma ihtimaliyle yaşıyordu.
Benim hayatım da bir gecede değişti. Aslında değişen babamın hayatıydı. Tam anlayamadığım bazı gelişmeler sonucunda
büyük bir ülkenin "domates ithalatını durdurduk'' diye bir açıklama yapmasıyla on binlerce dönüm arazi kıpkızıl bir çöplüğe
dönüşmüştü. İşini sevmeyen insanlarda arada bir görülen bir
gözü karalıkla bütün servetini tek bir ürüne yatıran babam sadece üç kelimeyle devrilip iflas etti. Her şeyimiz gitti. Sıkıntılı bir
gecenin sabahında babam beyin kanaması geçirdi.
Öyle beklenmedik bir şiddetle düşmüştük ki babamın ölümünün yasını bile tutmaya vakit bulamamıştık, büyük bir baş dönmesi yaşıyor gibiydik, her şeyi görüyor ama babamın ölümü
dahil hiçbir şeyi tam algılayamıyorduk. Asla değişmeyeceğini
sandığımız bir hayat dehşet verici bir kolaylıkla parçalanmıştı.
Tanımadığımız bir boşluğun içinde düşüyorduk ama nereye
doğru düştüğümü bilmiyordum. Onu daha sonra öğrenecektim.
Babamın "eğlensin" diye anneme aldığı dört dönümlük çiçek
serasıyla, annemin bankadaki bir miktar parası kalmıştı elimizde.
Annem "ne yapar eder seni okuturum ama eski lüksü unut" dedi.
Aslında, geniş bahçeler içine yayılmış o ışıklı üniversitede edebiyat okumam da bir lükstü artık ama annem okulu bırakmam
konusunu tartışmayı bile reddetti.
Zavallı babam ziraat mühendisi olmamı istemişti ama ben
edebiyat okumakta ısrar etmiştim. Bu kararımda, romanlardan
oluşan bir kalenin içindeki maceralı yalnızlığa düşkünlüğüm
kadar, hiçbir tercihin güvenli geleceğimi etkilemeyeceğine olan
inana.mın da payı vardı sanırım.
Babamın cenazesinden bir hafta sonra gece otobüsüyle üniversiteyi okuduğum şehre döndüm. Ertesi sabah burs için okula
başvurdum. İyi bir öğrenciydim. Okul bana burs vermeyi kabul
etti.
Bir arkadaşımla paylaştığım üç odalı, geniş salonlu evin kirasını ödemem artık mümkün değildi. Arada bir. okul arkadaşlarımla gittiğim meyhaneler sokağındaki eski binalardan birinde
kiralık bir oda buldum. On dokuzuncu yüzyıldan kalma, ön
cephesi mor salkımlarla kaplı, siyah ferforjeden süslü korkulukları olan küçük balkonları bulunan altı katlı bir binaydı. Tel bir
kafesin içinde duran ahşap bir asansörü vardı ama çalışmıyordu.
Büyük bir ihtimalle bina bir han olarak inşa edilmişti, şimdi oda
oda kiraya veriliyordu. Birkaç parça giyim eşyasını ayırdıktan sonra bütün elbiselerimi, kitaplarımı, telefonumu, bilgisayarımı, başıma gelenlerden
intikam alır gibi anlamsız bir hırsla çok ucuz fiyatlara eskicilere
Satıp odaya yerleştim.
Odada pirinç başlıklı bir yatak, yatağın başucunda eski usul
ahşap bir komodin, balkon kapısının yanında tam ortasından
çatlamış minicik yuvarlak bir masa, bir iskemle, kapının yanındaki
duvara asılmış bir ayna bulunuyordu. Bir de dolap büyüklüğünde
bir tuvaletle duş. Mutfağı yoktu. İkinci kattaki geniş bir salon ortak
mutfak olarak kullanılıyordu. Tam ortada kaba tahtadan uzun bir
masa ve iki yanında aynı tahtadan sıralar duruyordu. En aşağı elli
yıllık Frigidaire marka kocaman bir buzdolabı hırıldayarak, arada
bir sarsılarak çalışıyordu. Kenarda beyaz fayans döşeli bir tezgah,
üstlerindeki porselen kaplamalarda "chaud" ve "froid" yazan eski
bronz musluklarıyla bir lavabo, esrarengiz biçimde her zaman kaynayan ve içinde çay bulunan bir semaver, bir de televizyon ortak
mutfağın ortak eşyalarıydı.
Odanın küçük balkonu çok güzeldi. Balkona çıkardığım sandalyeye oturup arnavut kaldırımı döşeli sokağı seyrediyordum.
Akşam saat yediden sonra sokak kalabalıklaşmaya başlıyordu.
Saat dokuzda artık sokağın taşlarını göremiyordunuz, birlikte
nefes alıp veren, birlikte kabarıp genişleyen rengarenk bir kalabalık sokağı kaplıyordu. Anason, tütün, kızarmış balık kokulu bir
bulut yükseliyordu sokaktan. Kahkahalar, ıslıklar, neşeli bağrışlar
duyuluyordu. Sanki bu sokağa girdiğiniz anda, dışarda olup biten
her şey unutuluyor, herkesi geçici bir mutluluk kaplıyordu. Artık
parçası olmadığım o eğlenceyi uzaktan izliyordum.
Kiracılar yemeklerini mutfakta pişiriyorlardı. Malzemelerinin
üstlerine adlarını yazıp buzdolabına koyuyorlardı. Kimse kimsenin malzemesine dokunmuyordu. Yoksul öğrencilerin, travestilerin, ünlü markaların sahtelerini yapıp satan Afrikalıların, gündelik işler peşinde koşan taşralı gençlerin, bar fedailerinin, civar
lokantalarda çalışan komilerin yaşadığı bu binada anlaşılmaz bir
düzen ve huzur vardı. Ortada bir yönetici gözükmüyordu ama
binada herkes kendini güvende hissediyordu. Bu binada yaşayanların bir kısmının dışarda karanlık işlere bulaştıklarını herkes
seziyordu ama o karanlık bu binanın içine sızmıyordu.
Ben yemek pişirmesini bilmiyordum. Yemekle uğraşmaya
da üşeniyordum. Genellikle köşedeki bakkaldan yarım ekmekle
peynir alıp yiyordum. Diğer yeni yoksullar gibi başıma geleni
abartılı bir biçimde, gülünç bir acemilikle yaşıyordum.
Mutfağa "yemeğimin" yanında çay içebilmek için uğruyordum. Bir de her zaman kolsuz siyah bir atletle dolaşan, pazuları
dövmeli bir bar fedaisinin hiç duyulmamış yemekler pişirip,
onları o sırada mutfakta kim varsa ona yedirdiğini keşfetmiştim.
Ananaslı bonfile, zencefilli lüfer gibi tuhaf yemekler pişiriyordu.
Binanın güvenliği kadar anlaşılmaz bir de istihbarat ağı bulunuyordu, herkes birbiri hakkında bilgi sahibiydi. Benim odamın
yanındaki odada kalan Gülsüm isimli travestinin evli bir aşçıya
aşık olduğunu, iki oda ötedeki gence herkesin "Şair" dediğini,
takma adı Mogambo olan iriyarı zencinin gündüzleri çanta satıp
geceleri jigololuk yaptığını, taşralı çocuklardan birinin amcasının
oğlunu vurduğunu nasıl öğrendiğimi bilmeden öğrenmiştim.
Sanki mutfağın duvarları fısıldayarak bilgileri yayıyordu.
Herkesle selamlaşıp bir iki kelime konuşuyor ama kimseyle
arkadaşlık etmiyordum. Konuşmaktan hoşlandığım tek kişi Tevhide'ydi. Beş yaşındaydı, handaki tek çocuktu. Acemice kesilmiş
kısa saçları, her şeye merakla bakan koyu yeşil kocaman gözleriyle parlak bir su damlasına benziyordu. İlk karşılaştığımızda
küçük parmağıyla işaret edip ona doğru eğilmemi istemiş, kulağıma şaşırtıcı bir sır verir gibi "biliyor musun'' demişti, "bin beş yüz diye bir sayı varmış." "Gerçekten mi?" demiştim şaşırmış gibi
yaparak. "Yemin ederim," demişti, "bugün arkadaşım söyledi."
Tevhide'yle babasına mutfakta rastlamadığımda genellikle
peynır ekmeğimi yiyip bir iki bardak çay içip odama çıkıyor,
balkondan sokağı seyrettikten sonra satmaya kıyamadığım mitoloji sözlüğünü okuyordum. Binlerce yıla dayanan bir hayal gücü,
insandan beter tanrılar, hiç bitmeyen savaşlar, aşklar, kötülükler,
kıskançlıklar, ihtiraslar beni içine çekiyor, yaşadığım dünyayı.
bana unutturuyordu.
Sonbahar "bütün kaçınılmazlığı" ve haşmetiyle şehre yerleşmeye başlamıştı. Havalar serinlemiş, okul açılmıştı.
Bir akşam mutfakta yemek yerken adını bilmediğim birisi
bana okul saatleri dışında .bir işte çalışmak isteyip istemediğimi
sordu. Parası azdı ama iş kolaydı. Hiç düşünmeden "evet" dedim.
Her kuruşa ihtiyacım vardı. Bana üstünde "Dost Figürasyon"
yazan bir kart verdi. Ertesi gün karttaki adrese gittim.
Bu bir yıl önceydi. O zamanlar yaşamın bir söz, bir teklif ya da
bir tanıtım kartının minik dokunuşuyla bile yörüngesini tümüyle
değiştirecek kadar içsel iradeden yoksun ve tesadüflere açık olduğunu henüz tam anlamıyla bilmiyordum
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Simge Hanım
FanfictionGarip bir hikaye olacak ama hadi hayırlısı çok sevdiğim bir kitabın hanzehimsi uyarlaması kitap Ahmet Altan'ın normalde umarım biriniz okumuştur da gelir kitap dedikodusu yaparız