2

191 13 0
                                    

Dört kat aşağıya indik, adam bir kapıyı itip açarak beni içeri
soktu. Işıklı bir karanlığa girdim.
Kubbeli bir tavanı olan yuvarlak ve geniş salonun girişinin
tam karşısındaki muazzam bir ışık sağanağı ilk anda gözlerimin içinde patladı. Gözlerimi kapattım. Sonra yavaşça açtım.
Tavana asılı spotların parlak ve saldırgan ışıklarının altındaki
eşyalarla insanlar doğaüstü varlıklar gibi gözüküyorlardı. Karşıdaki duvarda dönen mor, eflatun, mavi ışıklar sürekli birbirleriyle yer değiştirerek spotların ısırıcı beyazlığıyla başa çıkmaya
uğraşıyorlardı.
Spotların hemen altında yaklaşık otuz santim yüksekliğinde
bir platform vardı. Platformun kenarlarına yarım ay biçiminde masalar dizilmişti, masaların çevresindeki sandalyeler saten
kumaşlarla kaplanmış, arkalarına kocaman fiyonklar bağlanmıştı. tfurmun sol tarafında pembe gömlekler giymiş müzisyenlerden oluşmuş bir orkestra yerleşmişti.
Her spotun üst tarafında siyah bir siperlik olduğundan parlak
beyaz ışık o siperliklerin üstünde gücünü kaybediyor, kademe
kademe azalarak parıltısını yitiriyordu. Işık, kubbeli tavandan
arka taraftaki duvarlara doğru yayıldıkça koyulaşıyor, salonun
duvarlarına vardığında iyice kararıyordu. Işıkları karanlık duvarlar kuşatıyordu.
Işıklı platformla karanlık duvarlar arasına da sıra sıra masalar
dizilmişti. Masalarda üçer dörder kişilik gruplar oturuyordu.
Arkadaki boş masalardan birine oturdum.
Platformdaki bir adam işaret edince masalarda oturanlar
alkışlamaya başladılar. Mor, eflatun, mavi ışıkların yan tarafındaki görünmeyen bir kapıdan kırmızı tuvalet giymiş bir kadın
çıkarak oynak bir şarkı söylemeye koyuldu. Şişmandı. Derin
dekolteli elbisesi vücudunu sımsıkı sarıyor, memelerini, yuvarlak
karnını, iri kalçalarını açığa çıkarıyordu. Şişmanlığını saklamaya
çalışmıyor tam aksine özellikle dikkatleri etinin dolgunluğuna
çekiyordu.
Ondan sonra çıkan bütün şarkıcılar da değişik renklerde ama
aynı sıkılıkta tuvaletler giymiş dolgun kadınlardı. Şarkıcılardan
birinin cam göbeği rengindeki tuvaletinin üst kısmı danteldendi,
sütyeni ve iri çıplak karnı dantelin altından gözüküyordu.
Hayatımda bu kadar çok şişman ve işveli kadını bir arada
görmemiştim. Buranın estetik ölçüleri "yukarıdan" çok farklıydı.
Yukardaki dünyada küçük göğüslü, dar kalçalı, düz karınlı, ince
ve uzun bacaklı genç kadınlar modayken, burada dolgun göğüslü,
iri kalçalı, yuvarlak karınlı, kalın ve sağlam bacaklı, esnek kıvrımlı
olgun kadınlar revaçtaydı. Kameraların çektiği görüntüler sol taraftaki duvara asılı dev bir ekrana yansıyordu. Sadece şarkıcıları değil arada bir seyircileri de gösteriyor, bazen bir seyirciye yakın çekim yapıyordu. Platformun üstündeki masalarda oturanların kıdemli seyirciler oldukları, buraya, buranın kurallarına aşina oldukları anlaşılıyordu. O masalarda oturan kadınlardan birine birden zoom yaptı
kamera. Yüzü ekrana yansıdı. Kızıl-sarı dalgalı saçları, biraz önce
şekil verilmiş gibi esnek bir yumuşaklığa sahip yanakları, kenarlarında ince çizgiler oluşmuş gözleri, uçlan yukarı doğru hafifçe
dudakları hemen fark ediliyordu. Ama asıl çarpıcı olan
yüzündeki ifadeydi. Bir şaka yapmaya hazırlanır gibi muzip bir
alaycılık vardı yüzünde. Gülmeye hazırdı. Daha fazla bakamadan
yüz ekrandan kayboldu.
O kadın daha ilk anda dikkatimi çekmişti. O da bal rengi,
diğerleri gibi derin dekolteli bir tuvalet giymişti, elbise dolgun
vücuduna sıkı sıkıya yapışıyordu. Büyük bir ahenkle, yaptığından
Zevk alarak oynuyordu diğer seyircilerle birlikte oynamaya başladığında. Çıplak omuzları ışıkta parlıyordu. Kadınların yaşlarını tahmin etmekte pek usta değildim. Annem, "beyazlar nasıl çekik
gözlü insanlar arasındaki farkları göremezse gençler de belli bir
yaşın üstündeki insanların yaşlarını fark edemez" derdi. Doğru
söylüyordu bence. Otuz yaşını geçen herkesin yaşı birbirine
tahmin
benziyordu. Gene de kırk beş-elli beş yaşları arasında olduğunu
etmiştim.
Diğer seyircilerin çoğu kamera kendilerini fark· edip çeksin
diye abartılı hareketlerle oynarken onun hareketlerinde hiçbir
abartı yoktu. Kalçaları çok güzeldi. Ama en garibi en şehvetli
figürlerle vücudu salınırken bile dokunulmaz bir edası olmasıydı.
Çok çekiciydi ama aynı zamanda anlayamadığım bir biçimde yaklaşılmaması için uyaran bir şey hissediliyordu halinde. Yaşlı kadınların çekici olabileceğini daha önce hiç düşünmemiştim.
Şaşırmıştım.
Çekim iki saat kadar sürdü. Bir ara ekranda kendi yüzümü
de gördüm. Adını daha önce hiç duymadığım şarkıcılar adını
hiç duymadığım şarkılar söylediler. Çoğunun sesi iyiydi. Hatta
aralarından birkaçı ünlü yıldızlardan daha iyi söylüyorlardı ama
anlaşılan hayatlarının bir dönemecinde zirveye giden yoldan ya
nefesleri yetmediği, ya yanlış kararlar verdikleri, ya ihtirasları
yeterince güçlü olmadığından sapmışlar, yalnızca varoşların seyrettiği bu televizyon kanalına düşmüşlerdi. Buna rağmen durumlarından şikayetçi bir halleri yoktu, aksine, kentin kıyılarından
içeri sızamayan bu gizli şöhretlerinden memnun gözüküyorlardı.
Çekim bitince spotlar söndü, mavi, eflatun, mor ışıklar kayboldu, kubbeli tavandaki solgun ışıklar yandı. Masalar sandalyeler
eskidi, yerlerin kirliliği ortaya çıktı, insanların yüzleri yorgunlukla
sarktı. Rutubetlenmiş eski halı kokusu yayıldı.
Yavaş yavaş salon boşaldı. Bazıları giysilerini değiştirmek için
kulise gitti, bazıları aceleyle uzaklaştı. Bir süre yerimde oturduktan sonra ben de kalktım. Salondan çıktım. Loş koridorun kenarında plastik iskemleler sıralanmıştı. Onlardan birine oturdum.
Nereye gideceğimi bilmiyordum, bütün bu ışıklardan sonra odam
gözüme epey soluk gözüküyordu.
Kuliste giysilerini değiştirenler birer ikişer önümden geçiyorlardı. Bina sessizleşiyordu. Badanaları eskimiş duvarların griliği
koyulaşıyordu. Bir ayak sesi duydum. Bal rengi tuvaletli o kadın
geliyordu, giysisini değiştirmiş, kum rengi, belini kuşağıyla sıktığı
şık bir trençkot, küt topuklu koyu kahverengi süet ayakkabılar
giymiş, saçlarını toplamıştı.  geçerken gözünün ucuyla bana baktı. Hiçbir şey söylemeden yürümeye devam etti. Topuk sesleri uzaklaştı. Topuk
seslerini dinliyordum. Merdivenleri çıkıyordu. Durdu. Geri
döndü. Şimdi sesler bana yaklaşıyordu.
"Bir şey unutmuştur" diye geçirdim içimden. Başımı önüme
eğmiştim. Yerdeki kirli karolara bakıyordum. Koyu kahverengi
süet ayakkabıları gördüm karoların üstünde. Burunları bana
dönüktü.
- Öyle dertli dertli ne bekliyorsun?
Nabzım öyle hızlanmıştı ki bir an konuşamayacağım sandım.
- Hiç, dedim zorlukla.
- Yakında iyi bir lokanta var, dedi, ben orada yemek yiyeceğim. Gel istersen, birlikte yeriz. İki kişi her zaman bir kişiden daha iyidir.
İlk aklıma gelen yemeğe ödeyecek param olmadığıydı, ne
düşündüğümü yüzümden mi anladı yoksa bunu söylemeye önceden mi karar vermişti bilmiyorum ama "ben ısmarlıyorum" dedi.
- Olur, dedim.
Kalktım, birlikte konuşmadan merdivenleri tırmanıp binadan
çıktık, yürümeye başladık. Topuk seslerini dinliyordum. Anlayamadığım bir nedenden dolayı o ritmik ses beni heyecanlandırıyordu.
Vitrininde turşu ve komposto kavanozlarının dizili olduğu bir
lokantaya girdik. İçerisi, herhalde vakit geç olduğu için boştu. Bir
garson koşarak geldi, "Hoş geldiniz Simge Hanım," dedi, "nerede
oturmak istersiniz."
- Bahçede oturalım.
Sonra bana döndü.
- Üşümezsin değil mi?
- Üşümem, dedim.
Bahçe küçüktü, ortada fıskiyeli minik bir havuz vardı, üstü
çardakla kapanmıştı, yerler betondu. Her yana birbiriyle ilgisi
olmayan, hepsi birbirinden tuhaf heykelcikler gelişigüzel konmuştu, yedi cücelerden birinin kırmızı külahlı bir heykeli, bir
ufak zürafa heykeli, alçıdan yapılmış bir Venüs, çardağa asılmış
rengarenk seramik kuşlar, vaşağa benzeyen bir kedi, Sinderella
olduğunu tahmin ettiğim maviye boyanmış bir prenses, elinde
yıldızlı bir çubuk tutan bir melek ...
Üstüne bordo örtü serilmiş masalardan birine oturduk. Elinde not defteriyle garson da peşimizden geldi.
- Ne içersin, dedi Simge Hanım bana.
- Siz ne içerseniz ...
- Rakı içelim mi?
- Olur.
Garsona döndü.
- Bize birer duble rakı getir lütfen, sizin o güzel mezelerinizden biraz ama çok getirme, biz iyi bir palamut yiyelim.
Gene bana döndü.
- Palamut yersin değil mi?
- Yerim, dedim.
Suya atılmış bir dal parçası gibi hissediyordum kendimi, öyle
akıp gidiyordum.
Garson gittikten sonra, "Ee söyle bakalım," dedi, "neler yapıyorsun? Öğrenci misin?"
- Evet, dedim.
- Ne okuyorsun?
- Edebiyat.
- Ben hiç roman okumam.
Niye?
- Bilmem, sıkılıyorum ... Yazarların bildiği kadarını ben de
biliyorum. İnsanlarla ilgili bildiklerim bana yeter, kimseden fazlasını öğrenecek halim yok.
- Siz neyle ilgilenirsiniz?
- Antropoloji, dedi.
Öyle beklenmedik bir cevaptı ki şaşkınlıktan ağzım açık
bakakalmıştım ona. Tam da beklediği tepkiyi vermiş olmalıyım
ki hayatımda duyduğum en neşeli kahkahayı attı. Kahkahasının
içinde birçok ses birden duyuluyordu: Sabah kuşları, kristal parçaları, taşların üstünden sekerek akan berrak bir su, Noel ağaçlarına asılan minik çıngıraklar, el ele koşan küçük kızlar.
-Bayılıyorum bu kelimeye, dedi. Bunu söylediğimde insanların yüzünü görmek kadar eğlenceli bir şey yok bence. Bu kelimeyi
sırf bu yüzden icat ettiklerini düşünüyorum bazen.
Durup gene gülüyordu.
- Sana takıldığım için alınmıyorsun değil mi?
- Hayır, dedim, alınmıyorum.
"Hoşuma gidiyor" diyecektim ama sustum.
-İsmin ne?
-Hande.
- Güzel bir isim.
-Sizin isminiz Simge galiba, demin garson söylerken duydum.
-Aslında Şebnem Simge ama çocukluğumdan beri herkes Simge der.
O sırada garson rakılarla mezeleri getirdi, Simge Hanım
tabakları masaya özenle kendisi yerleştirdi.
Tabakları yerleştirirken ben de ona bakıyordum. Olgun bir
ışık vardı yüzünde, güzellik denemeyecek ama güzellikten daha
çekici, içinde aldırmazlığın, alaycılığın, nerdeyse bütün insanlığı kucaklıyormuş  gibi görünen küçümseyici bir şefkatin bulunduğu,
insanı hem çeken hem de mesafesini koruması konusunda uyaran bir ışık.
- neye bakıyorsun, dedi.
Yüzümün kızardığını hissettim, gözlerimi kaçırıp "dalmışım"
dedim. Rakılara su koydu. "Hadi," dedi, "buranın mezeleri güzeldir. Ama sakın karnını çok doyurma, balığa yer kalsın."
Mezeler gerçekten çok lezzetliydi, çoktandır içki içmediğim
için rakı hafiften başımı döndürmeye başlamıştı. Ona bakarken,
bal rengi tuvaletiyle oynarken ki hali gözlerimin önünde belirip
kayboluyordu.
Balıklar gelene kadar küçük sorular sorarak bütün hikayemi
öğrenmişti, galiba her şeyi anlatmıştım. Bunun nasıl olduğunu
anlamamıştım, aslında kendimden böyle söz etmeyi sevmezdim.
Anlattıklarımı dinledikten sonra çok sakin, doğal bir biçimde
uzanıp yanağımı şefkatle okşamıştı. Susmuştuk bir süre. Sessizliği de neşesi gibi doğal ve etkileyiciydi, dokunduğu yerdeki acıyı
dindiren bir şifacının eli gibi onun sessizliğinde de karşısındakinin acısını dindiren bir şey vardı ya da bana öyle gelmişti.
Garson balıkları getirdiğinde "ben belgesel seyrederim sadece" dedi, bunun da "antropoloji" gibi bir şaka olduğunu sanmıştım
ama ciddiydi.
- Niye, dedim.
- Çok eğlenceli ve çok şaşırtıcı, dedi. Milyarlarca insan on
iki burcun içine sığıyor, binlerce yıllık bir tecrübeyle kendi cinslerinin sadece on iki burca sığacak kadar özelliği olduğuna karar
vermişler... Ama sadece böceklerin üç yüz bin türü var, hepsi
birbirinden farklı ... Balıklar öyle ... Kuşların yaptıklarına inanamazsın ... Uzay ise çok esrarengiz ve ürkütücü, tek bir noktada, minicik bir noktada on bin galaksi olduğunu keşfettiler. Bunlar eğlenceli değil mi?
Konuşurken yüzündeki o alaycı ve sevecen gülümseme hiç
eksilmiyordu, sanki Tanrı bütün evreni Simge Hanım'ı eğlendirmek için yaratmıştı, o da bu eğlencenin hakkını veriyordu.
Shakespeare'i ve "to be or not to be"yi duymuştu.
- Bu mu, dedi, insanlığın sırrı ... Ölümle hayat arasında bir
tercih yapmak mı?
- O söz daha ziyade bir kararsızlığı ifade ediyor bence, dedim.
-Kararsızlık mı? Benim gördüğüm insanlar çok kararlı.
- Hangi konuda kararlılar?
Israrla aptalca kararlar vermek konusunda kararlılar ... Tarih
belgesellerini seyrederken aynı aptallığın sürekli tekrarlandığını görürsün.
- Nasıl aptalca kararlar?
Sanki sorumu duymamış gibi, "Hadi balığını ye, dedi, soğutacaksın.
" Bir rakı daha içelim mi?"
-Olur, dedim.
Garsona iki rakı daha söyledi.
Kesinlikle bir insanın bulabileceği en eğlenceli yemek arkadaşıydı, parlak ve sürükleyici bir anlatımı vardı, kendisi de dahil
herkesi ve her şeyi küçümseyen edası anlatımına ayrı bir çekicilik
katıyordu, çeşit çeşit konular ateş böcekleri gibi masanın üstünde
dönüp duruyordu.
Edebiyatla ilgili neredeyse hiçbir şey bilmiyordu. Faulkner'i,
Proust'u, Henry James'i hiç duymamıştı ama Hanibal'ı Kartaca'da yenilen generalin Scipion olduğunu, Jül Sezar'ın savaşlarda
kırmızı bir harmaniye giydiğini, yer kabuğunun sürekli kımıl­ dayan bir ateş denizinin üzerinde yüzdüğünü, bazı kurbağaların kışın cam gibi donup, o haldeyken düşmeleri halinde porselen
tabak gibi kırılıp yazın yeniden canlandıklarını, leoparların
babunlarla dövüştüğünü, termitlerin her akşam yuvalarındaki
çöpü dışarıya taşıdıklarını ve bunun için çöpçü birlikleri olduğunu, karıncaların kurdukları yeraltı şehirlerinde tarım yaptıklarını,
alet kullanan kuşlar olduğunu, yunusların sığ sularda kuyruklaryla kuma vurup balıkları korkuttuklarını ve korkuyla dışarıya
fırlayan zavallıları havada yakaladıklarını, aslanların ortalama on yıl yaşadıklarını, bazı cins örümceklerin balık avladığını, kaplan
böceklerinin dişilerinin ırzına geçtiğini, yıldızların kendi kendilerine patlayıp yok olduklarını, uzayın hiç durmadan genişlediğini ve bunlara benzer birçok şeyi biliyordu.
Zihni en ucuz eşyalarla en değerli antikaların yan yana durduğu o tuhaf ve karışık dükkanlar gibiydi. Bütün bu bilgilerden çıkardığı sonuç, görebildiğim kadarıyla, hayata karşı neşeli bir
aldırmazlık, eğlenceli bir küçümsemeydi. İnsanlardan ve hayattan
öyle bir tavırla söz ediyordu ki sanki hayat onun için pazardan
alınmış bir oyuncaktı, onunla oynayabilir, eğlenebilir, kırılmasından ya da kaybolmasından korkmayabilirdi.
Hayatımda hiç böyle birini görmemiştim.
Yemeğin sonlarına doğru, bir ara peygamber develerinden söz
ederken, "sevişirken dişi erkeğin başını koparıyor," dedi. Sonra
gözlerimin içine bakarak:
- Erkek başı koptuğu halde, dişiyi becermeye devam ediyor,
diye ekledi.
Bütün içimin titrediğini hissettim. İlk defa bir kadının ağzından "becermek" kelimesini duyuyordum.
Yemek bittiğinde ayağa kalkarken başım döndü, ona hissettirmemeye çalışarak yavaşça masaya tutundum.
çıkınca "nerede oturuyorsun" dedi.
- Çok yakında, dedim.
- İyi, dedi.
Eliyle işaret ederek önümüzden geçen bir taksiyi durdurdu,
beni yanağımdan öpüp "görüşürüz" diyerek arabaya bindi. Araba
gitti. Ben de ağır adımlarla yürümeye başladım.

Simge HanımHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin