5

169 9 0
                                    

- Duygusal Eğitim ile Daisy Miller aynı dönemde yazılmış romanlardır. Flaubert'in Duygusal Eğitim'i 1869'da, Henry James'in Daisy Milleri ondan dokuz yıl sonra 1878'de yayınlandı. Aslında ikisi de bence ünleri kadar parlak olmayan romanlardır. Anfide bir uğultu oldu. Üniversitenin en kalabalık sınıflarının Eda Hanım'ın ders verdiği sınıflar olmasının nedeni, bu kışkırtıcılığı, edebiyat konusunda kimsenin kolay kolay dile getiremeyeceği görüşleri hiç çekinmeden söylemesiydi. Daracık siyah jean'i, kırmızı stilettoları, yakaları kalkık beyaz gömleğiyle üniversitenin içinde "akademiyaya" açık bir meydan okuma olarak dolaşırdı. Dar bir yüzü, yüzüne büyük gelen kocaman gözleri, çalı gibi sert ve kabarık siyah saçları vardı. O kurken taktığı gözlüklerini hep elinde taşır, saplarını parmakları arasında kaldım sürekli birbirine vurarak tıkırdatırdı. Daha ilk derste, "Edebiyat öğretilemez," demişti, "ben size edebiyatı öğretemem. Ben size haber veririm edebiyat için çok gerekli olan bir şeyi, edebi cesareti öğreteceğim. Başkalarının laflarını tekrarlayarak var olmaya çalışmayın. Cesur olun. Edebiyat cesaret gerektirir, büyük yazarlar ancak cesaretle yazanların arasından çıkar. Bu sınıfta bunu, edebi cesareti öğreneceksiniz." Gerçekten de dediğini yapıyor, her derste sınıfı, inançları, ezberleri silkeliyordu.

- Şimdi biz bu iki kitaptaki özgürlük anlayışına bakacağız, dedi. İki kitapta da özgür kadınlar var ... Duygusal Eğitim'de hayatlarını istedikleri gibi yaşayan özgür kadınlara rastlıyoruz, Daisy Miller ise tümüyle özgür kadın tipolojisi üzerine kurulmuş. Burada dikkatimizi çekmesi gereken konu, özgür yaşamanın, özgürlük anlayışının iki kitapta farklı biçimlerde ortaya çıkması. Duygusal Eğitim'de kadınlar yasaklar ve kurallarla çevrelenmiş bir ortamda, bu yasakların varlığına karşı çıkmadan bu yasakları delerek, etrafından dolaşarak, kendilerine gizli ve onaylanmayan yollar bularak kendi hayatlarını yaşıyorlar. Daisy Miller ise doğrudan doğruya yasaklar sistemine başkaldırarak kendine özgür bir yaşam kuruyor ... Boyun eğerek özgürleşmek ile meydan okuyarak özgürleşmek arasındaki farkı görüyoruz. Ben en büyük cesaretin Flaubert'in kitabını eleştirmek olduğu, kavramları, duyguları, düşünceleri roman kahramanları üzerinden kavrayan bu dünyayı seviyordum, bu dünyada yaşamak istiyordum. Buraya aittim. Hayatımı edebiyat tartışarak, edebiyat öğreterek, edebiyatı seven insanlar arasında geçirmek en büyük hayalimdi, Eda Hanım' ın her dersinden sonra bunu bir kez daha anlıyordum. Edebiyat, hayattan daha gerçek ve daha eğlenceliydi. Hayattan daha güvenli değildi, belki de daha tehlikeliydi, yazının bir insanın hayatını ciddi biçimde zedeleyeceğini yazarların biyografilerinden biliyordum ama edebiyat kesinlikle hayattan daha dürüsttü. Edebiyat tarihi hocası Kaan Bey'in dediği gibi, "edebiyat insan ruhunun sonsuzluğun çevrilmiş bir teleskoptu." Onun boğuk sesini duyuyordum. "İnsan ruhunun bütün parıltılı yıldızlarını ve kara deliklerini bu teleskopla görebilirsiniz." Ben kitapların yardımıyla rastladığım bütün insanları, tabii kendimi de gözetlemeyi öğrenmiştim. İnsan ruhunun bir bütün olmadığını, birbirinden farklı parçaların birbirine eklenmesinden oluştuğunu artık biliyordum. O "ek yerlerinin" her zaman, herkeste su sızdırdığını da tabii ... Bütün bunları düşünürken bir yandan da hızlı adımlarla sınıf arkadaşlarımdan uzaklaşmaya çalıştığımı, onlara artık yoksul biri olduğumu söylemekten kaçındığımı, bunun saçmalığını bilmeme rağmen gerçeği mümkün olduğunca saklamaya uğraştığımı da görüyordum. Beni küçümseyeceklerinden, bana acıyacaklarından korkuyordum, bu korkunun beni daha da acınacak bir hale soktuğunun da farkındaydım. Gerçeği açıkça ortaya koyup sahiplenmenin beni daha güçlü, daha saygıdeğer kılacağını bilmek, adımlarımı hızlandırmamı engellemiyordu. Bu nokta benim ek yerlerimden biriydi ve kolayca tamir edilemiyordu. Yoksul olmaktan da, yoksulluğumu saklamaktan da utanıyordum. Bir yandan da Eda Hanım'ın söyledikleri aklıma takılmıştı. Daha önce özgürlük hakkında hiç düşünmediğimi farketmiştim. Birden "ben özgür müyüm?" sorusu büyüyüverdi. Sanki bir soru zihnimde şekillenmemiş de kocaman bir billboard gibi önüme çıkıvermişti. Aniden durdum. Bu korkunç bir soruydu? "Ben özgür müyüm?" Cevabı, sorudan da korkunçtu: "Hayır, değilim." Daha sarsıcı bir soru ise şuydu: ;.hiç özgür olabilecek miydim? Her soruyla birlikte kendi hayatımın içinde küçücük bir parça olduğumu farkediyordum, o hayatı dolduramıyor, bir yerden bir yere götüremiyordum. Olaylarla birlikte kendi iradem dışında kıpırdıyordum. Ne boyun eğerek ne de başkaldırarak hayatımı yönlendirecek bir gücüm vardı/Ben bir hiçtim, varlığım hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Ben bu gerçeği bugüne kadar nasıl olmuş da hiç anlayamamıştım? Bu soruları sormak niye hiç aklıma gelmemişti? Eda Hanım' ın özgürlük hakkında söylediklerini geçen yıl dinlemiş olsam gene böyle sarsılır mıydım yoksa para bu gerçekleri görmeme engel mi olurdu? Başka insanlar bu soruları kendilerine soruyor muydu yoksa insanın kendine böyle sorular sorması için bir uçurumdan düşüp parçalanması mı gerekiyordu? İnsan özgürlüğün anlamını ancak parçalandığında mı anlıyordu? Ben şimdi ne yapmalıydım? Ne yapacaktım? Hayatı kımıldatamayan ve bu gerçeği artık bilen biri olarak nasıl yaşayacaktım? Bir şeyler değişiyordu içimde, ne olduğunu tam kavrayamadığım bazı düşüncelerle duygular yıkılıyor, yerlerini yenilerine bırakıyordu Cevapları beni dehşete düşüren sorular keşfediyordum. O akşam televizyona gittim. Simge Hanım oradaydı. Altın kızılı saçlarını, gülümseyişindeki şefkatli küçümseyişi oturduğum yerden görebiliyordum. Bal rengi tuvaleti üstündeydi. Spotların altında, yanan altını andıran bir ışıkla çevrelenmiş gibi gözüküyordu. Işıklar söndükten biraz sonra Zehra da geldi, otururken bana doğru dönüp gülümsedi. Yeşil-kırmızı alacalı bir elbise giymiş bir şarkıcı şarkı söylüyordu; elbisesine pullarla işlenmiş dört parmak kalınlığında bir V omuzlarından kasıklarına kadar iniyordu. Hedefi gösteren ışıklı bir işaret gibiydi.  Bir ara kamera Zehra'yla beni çekti, ikimizin yüzü dev ekrana yansıdı. Tuhaf bir suçluluk hissettim. Bir suç işlememiştim, bir hata yapmamıştım, herhangi bir kabahatim yoktu ama suçluluk hissediyordum. Çekimi ara vermeden bitirdiler. Program bitince seyirciler çıkmaya başladılar, ben kımıldamamıştım. Zehra da kalkmış benim kalkmamı bekliyordu. Kalktım. Birlikte koridora çıktık. Seyirciler iki yanımızdan akarak merdivenlere doğru yürüyorlardı. Aralarında programı - değerlendiriyorlardı, kamera kimi çekti, kim nasıl oynadı, -kimin elbisesi çok kötüydü, kim kameranın ilgisini çekmek için abartılı hareketler yapmıştı. Zehra sabırsız bir şekilde yüzüme bakıyordu. O sırada "Hande" diye bir ses duydum. Döndüm. Simge Hanım kalabalığın arasından hızla bize doğru geliyordu. Zehra, Simge Hanım' a baktı, sonra dönüp bana baktı Simge Hanım yanımıza gelmişti. Zehra, "neyse, ben gideyim," dedi. Sesimi çıkarmadım. Çok kısa ama çok kısa bir süre üçümüz  de kımıldamadan durduk. Kirli halılarda yükselen tozlu rutubet kokusunu duyuyordum. Çevremizdeki insanların gürültüsü kulaklarımda uğulduyordu. Simge Hanım bana baktı, ben önüme baktım, Zehra başka hiçbir şey söylemeden dönüp gitti. Acıya da utanca da benzeyen, içimi sıkıştıran bir duyguyla baktım arkasından ama kımıldayamadım.

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: May 15 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

Simge HanımHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin