Gökyüzü, sonbahar gecelerine özgü koyu bir pusun içine hapsolmuştu. Kendine çarpan şehrin ışıklarını yeniden sokaklara
yansıtıyordu. Yansıyan ışıklardan dumansı parlak bir gece aydınlığı yayılıyordu. Küçük odalarında kaçak tekstil atölyelerinin,
karton imalathanelerinin, lüks markaların kopyalarını üreten
korsan şirketlerin, plastik malzeme imalatçılarının, turizm şirketi
kılığında insan kaçakçılığı yapan büroların yerleştiği taş binaların
karanlık duvarlarına şehrin puslu, solgun beyazlığı vuruyordu.
Bazı binaların alt katlarındaki yeni yeni açılan sergi salonlarınını,
eski mobilyaların replikalarını satan sahte antikaciların vitrinleri
ışık vahalarını andırıyordu. Bu sokaklar, bir kimlik değişimine
hazırlanırken gelişmeleri aniden durmuş, ortaya sarsak bir zıtlık
çıkmıştı.
Yemeğe davet edildikten sonra beğenilmemiş, sokak ortasında terkedilmiş, her şeyin olabileceği ama hiçbir şeyin olmadığı
bir gecenin içinde yapayalnız kalmıştım. Beğenilmemek, kendi
hayalimdeki görüntümün yansıdığı içimdeki gizli aynayı parçalamış, hayalimdeki ben dağılıp gitmişti. Geride titrek bir beden
kalmıştı. Beni ben yapanın, bütün varlığımı bir arada tutanın o
gizli görüntü olduğunu, ayna parçalanınca farketmiştim. Zihnimin tüm duyguları ve düşünceleriyle üstüne yerleştiği, en önemli
parçam olan o gizli aynanın nasıl bu kadar kolay kırıldığını anlayamıyordum. Ben ne zaman, ilk rüzgarda kırılıp yıkılacak bir dut ağacı gibi içten içe çürüyüp güçsüzleşmiştim? Bir başkasının beni beğenmemesi karşısında kendimi koruyacak o sağlam güveni nerede kaybetmiştim? İlk karşılaşmada canımı yakmıştı ve benim canımı
yakmak için kelimenin tam anlamıyla hiçbir şey yapmamıştı.
Hiçbir şey yapmamayı onun kadar iyi bilen kimsenin olmadığını
daha sonra anlayacaktım.
O gece yaşadıklarımı ona anlattığımda pişmanlık dolu bir
sesle, "hay Allah" demişti, "o kadar kırılgan olabileceğin hiç aklıma gelmedi." Ama sonra öyle masum bir neşeyle gülmüştü ki
pişman olduğuna inanmam çok zorlaşmıştı.
Beğenilmemenin sarsıntısı diğer bütün acılarımı da canlandırmıştı, sanki acılardan oluşan bir balyanın ipi kopmuş, o balyadaki bütün acılar havaya savrulmuştu: Babamın ölümü, aniden gelen yoksulluk, yalnızlık, çaresizlik, bir yılan ısırığından yayılan
zehir gibi içime yayılmıştı.
Birçok insan gibi bir acıya karşılık kendimi koruyabilmek
için diğer acıları ayaklandırıp onları kalkan gibi kullandığımı
daha sonra fark edecektim. Ama epey sonra. Böyle şeyleri insanın
yaşarken anlayabilmesi için benim o zamanlar sahip olmadığım
bir görmüş geçirmişliğe, "gerçek hayatla" çarpışarak şekillenmiş
bir olgunluğa ulaşmış olması gerektiğini bana zaman öğretecekti.
Hana yaklaşırken elleri sopalı iri yarı sakallı adamlardan oluşmuş ürkütücü gruplara rastladım. Bunları duymuştum. Kalabalık
lokantalara saldırmıyorlardı ama lokantalardan çıkanları ıssız
yerlerde sıkıştırıp dövüyorlardı. Geçenlerde bir resim sergisine
güpegündüz saldırıp "burada içki içemezsiniz" diye dövüp resimleri parçalamışlardı. Eğlencenin her türünden ve kendilerine
benzemeyen herkesten nefret ediyorlardı. Korktum. Kederime bir de korku eklendi. Herkes, her şey
beni aşağılıyordu sanki.
Yolumu uzatıp arka sokaklardan "eve" vardım. Mutfağa uğramadan doğruca odama çıktım.Her cumartesi günü olduğu gibi iki sokak ötedeki telefon
kulübesinden annemi aradım. Babamın ölümünden sonra sesine
yerleşen kederi gizlemeye çalışarak konuşuyordu ama benimle
ilgili endişelerini gizleyemiyordu, "nasılsın, sağlığın nasıl, yemek
yiyor musun, kaldığın yerde rahat mısın, okul nasıl gidiyor, derslerin iyi mi, para durumun nasıl?"
İyi olduğumu söyledim.
Babamın öldüğü gerçeğinin onun benliğine artık sıkıca
yapıştığını sesinden anlıyordum. Ben o gerçeği kavramakta hala
zorlanıyordum. Cenazeden sonra okula döndüğüm o gece otobüste giderken, limon kolonyası ve plastik koltuk kılıfı kokularının arasında birdenbire babamın öldüğü gerçeğini fark edivermiştim. "Öldü" diye düşünmüştüm. Babam o anda, orada, karşıdan gelen arabaların farlarının yalayıp geçtiği kaygan boşluğun içinde ölmüş gibi büyük bir dehşete kapılmıştım. Ölümün geri dönüşü olmayan bir son olduğunu, onu bir daha görmeyeceğimi,
onun bir daha hiç kımıldamayacağını, konuşmayacağını, birisi
yüzüme kızgın bir demirle bastırıyormuş gibi acıyla hissetmiştim. Gözlerimle gördüğüm gerçeği o ana kadar benden gizleyen,
o gerçeğe inanmamı engelleyen şey her neyse o birdenbire eriyip
yok olmuş, gerçek karşıma çıkmıştı. Bir yandan onun öldüğünü,
yok olduğunu aklım jilet gibi keskin bir berraklıkla kavrıyordu ama bir yandan da belleğim onun konuşuşunu, gülüşünü,
yürüyüşünü bütün canlılığıyla bana gösteriyordu. Bir daha hiç
görmeyeceğim birini görüyor, bir daha hiç sesini duymayacağım
birinin sesini duyuyordum. Bu tuhaf zıtlık kederimi daha da
artırıyordu. Niye ölecek kadar çok üzülmüştü? Başarısız damgasını yemeye mi tahammül edememişti? Gelecekte olabilecekleri
hiç düşünmeden hareket ettiği için mi kendisine böyle kızmıştı?
Bunların cevabını hiçbir zaman bilemeyecektim. Bütün bunlar
niye oldu diye düşünürken uyumuştum. Uyandığımda babamın
ölümü gene o kalın perdenin arkasına saklanmış, inandırıcılığını
yitirmişti.
Annem yanına bir yardımcı almış, iki çiçekçi dükkanıyla
anlaşmış, onlara çiçek veriyormuş.
- Biraz para kazanıyorum, dedi. Senin paraya ihtiyacın var mı?
- Yok anneciğim, ben de okul dışında bir iş buldum, idare
ediyorum.
- Okulu ihmal etmiyorsun, değil mi?
- Hayır anneciğim.
Neden bilmiyorum ama annemle konuştuktan sonra içime
iyice sıkıntı basmıştı. Onun kederli ve endişeli olduğunu biliyordum ve elimden bir şey gelmiyordu.
Babamla ikisi gördüğüm en mutlu çiftti, kimsenin bilmediği
eğlenceli bir sırrı paylaşır gibi bir halleri vardı. Bana her zaman
büyük bir sevgiyle ve şefkatle davranırlardı, bunu inkar etmek
nankörce bir yalan olur. Onları hep yaz akşamüstleri yalının
önündeki iskelede birlikte gülerken hatırlıyorum. Yanlarına
giderdim, beni gördüklerinde kısacık bir sessizlik olur, sonra
benimle konuşmaya başlarlardı. Hep aynı tuhaf duyguya kapılırdım, içinde bulundukları bir odadan çıkıp kapıyı kilitlediklerini,
beni içeri almadıklarını, benim yanıma geldiklerini hissederdim.
Ben içeri giremiyordum, onlar dışarı çıkıyorlardı. Belki gerçek
böyle değildi ama bende bıraktığı izlenim buydu. "Dışarda" kaldığımı hissederdim ama çok da aldırmazdım, ben de kitaplarla
onlar da dahil herkesi dışarda bırakan bir dünya kurmuştum.
Hepimizin kendini iyi ve mutlu hissettiği bir dengeydi bu, güzel
ve huzurlu bir aileydik. Mutlu ailelerde insan hayat hakkında çok
fazla şey öğrenemiyor, bunu şimdi anlıyorum, mutsuzluk öğretiyor insana hayatı.
Yağmur çiseliyordu. Yürümeye başladım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Eski arkadaşlarımla buluşmayı kesmiştim, yeni bir
arkadaşım da yoktu.
Tatil günleri yalnızlar için zordu. Bunu öğrenmiştim.
Yürürken Simge Hanım'la karşılaşmayı hayal ediyordum, bir
köşeden karşıma çıksa ... Bunun imkansız olduğunu biliyordum
ama gene de ümitle etrafa bakmaktan kendimi alamıyordum.
Sokaklarda bir kadını arıyordum. Zengin olduğumuz günlerde
böyle bir şey yapar mıydım, sokaklarda böyle yapayalnız, bir kere
gördüğüm bir kadına rastlama hayaliyle dolaşır mıydım? Parasızlık kısa zamanda benden çok şey eksiltmiş, paradan çok daha
fazlasını alıp götürmüştü. Kabuğu üzerinden kaldırılıp alınmış kaplumbağa yavrusuna benziyordum, çaresiz, korumasız,
diıençsiz bir haldeydim. En küçük bir esintiyi, sıcağı, soğuğu, en
minik otlann yumuşaklığını, en ufak taş parçalarının pürtüklerini
vücudumun her yanında, zihnimin her köşesinde büyük değişimler gibi hissedip, her değişimde ayrı bir biçimde titriyordum.
Kalın ve sıcak kabuğumun bu kadar çabuk kopartılabileceğini
hiçbir zaman düşünemezdim. Parayı çıkarıp aldıklarında benden
geriye çok az şeyin kaldığını görmek beni utandırıyordu.
Sahaflar Pasajı'na gitmeye karar verdim. Orası her zaman
kalabalık olurdu. Ben de aralarına karışırdım. Taş, toz ve eski
kağıt kokan loş pasajın içi tahminimin aksine boştu. Benden
başka üç dört müşteri dolaşıyordu dükkanların arasında. Bazı
dükkanlar kapanmıştı, vitrinlerine gazete kağıdı yapıştırmışlardı. Can çekişen bir hasta gibiydi pasaj. Bir dükkancıya "ne oldu
buraya" dedim, omuzlarını silkti, "artık kimse gelmiyor," dedi,
"yakında yıkacaklar zaten burayı." İnsanlar kitapları terk etmişlerdi. Bunun olabileceğine asla ihtimal vermezdim. Her zaman
kitapları seven birileri olurdu ama artık yoklardı.
Dükkanlardan birine girdim. Yaşlıca bir adam olan dükkan
sahibi kitap okuyordu, başını kaldırıp bana baktıktan sonra hiçbir
karıştırırken,
şey söylemeden başını yeniden okuduğu kitaba eğdi. Kitapları
tavana kadar yığılmış eski kitapların ortasındaki bir
boşlukta, camı eskilikten matlaşmış, ince çerçeveli bir resim gördüm. August Sander'in Dansa Giden Üç Köylü fotoğrafının bir kopyasıydı. Eğlenceye gitmek için koyu renk elbiselerini giymiş köylülerin yüzündeki ifade, büyük bir hazza hazırlanmanın heyecanının
aşırı bir ciddiyetle çizgilerinde belirginleşmesi çok etkileyiciydi.
Resmi parmağımla gösterip "kaç para" dedim. Sanırım sesimde, bütün servetini bir resme vermeye hazır bir adamın heyecanlı cömertliği seziliyordu. Cebimdeki "servetin" pek de bir servet
sayılamayacağını tahmin etmek hiç de zor değildi.
Adam düşünceli bir halde başını kaldırıp yüzüme baktı. Hiçbir şey söylemeden bakıyordu. Gözlerinde zamanın geriye doğru
hiç acele etmeden aktığını, yılların ağır ağır geçerek geçmişe
doğru yığıldığını, belki büyük bir aşkı, belki çok sağlam bir dostluğu bulduğu bir yere vardığını sanki gördüm.
- Senin olsun, dedi.
Şaşırdım. Kabalık ettiğimi bile fark edemeden gene. sordum.
-Kaç para?
O da aynı durgun sesle sözlerini tekrarladı:
- Senin olsun.
Yerinden kalktı, resmi indirdi, kahverengi kalın bir ambalaj
kağıdına sarıp bana uzattı. Çok şaşırmıştım, çok utanmıştım, çok
sevinmiştim. Beni bu kadar sevindiren resim değildi, adamın altı
hiç çizilmemiş, vurgulanmamış cömertliğiydi. Yüzündeki ifadeye
yansımayan dostluğuydu.
Neşeyle çıktım dükkandan. Duygularım çok hızlı değişiyor,
bir uçtan bir uca rahatça savruluyordu. Yoldan yarım ekmekle
peynir alıp hana döndüm. Paketi açıp resmi başucumdaki komodinin üstüne koyup duvara dayadım. Oda birden değişmişti. Tek
bir resim odayı değiştirmişti. Orası şimdi benim evim olmuştu.
"Yemeğimi" yemek için mutfağa indim. Masanın etrafı kalabalıktı. Maç seyrediyorlardı. Çoktandır maç seyretmemiştim, halbuki futbolu severdim. Ne garip, futbolu sevdiğimi unutmuştum. Kendime bir çay koyup ben de masaya oturdum, maçı seyretmeye başladım. Maçı seyredenler arasında, yırtmaçlı eteği, ağır
makyajıyla "işe" gitmeye hazırlandığı anlaşılan Gülsüm de oturuyordu. Büyük bir heyecanla maçı seyrediyordu. Bir pozisyonda, "yuh", dedi, "bal gibi faul.'' Ben şaşkınlıkla Gülsüm'e baktım ama
benden başka şaşıran olmamıştı, onun yorumlarına alışkın oldukları anlaşılıyordu. Biraz sonra Gülsüm, "o sağ beki değiştirmezse
maçı kaybedecek," dedi. O bunu söyledikten sonra antrenör sağ
beki değiştirdi. Masanın başındakilerden biri Gülsüm'e, "seni
teknik direktör yapmaları lazım," dedi, Gülsüm, "takımı öyle bir
motive ederim ki acayip oynarlar," dedi. Herkes güldü. Ben başımı öne eğip ekmeğimi ısırdım.
Maçın bitmesini beklemeden odama çıktım. Akşam televizyonda çekim vardı. Simge Hanım' ı yeniden göreceğim için heyecanlıydım, eğer gene yemeğe gidersek neler söyleyeceğimi, nasıl
davranacağımı aklımdan geçiriyor, cümleler hazırlıyordum. Öyle
aptal küçük bir çocuk gibi davranmayacaktım bu sefer.
Dışarıya çıktığımda sokak kalabalıklaşmaya başlamıştı. Yürüyerek televizyona gittim. Dört kat aşağıya inip ışıklı karanlığa girdim.
Simge Hanım yoktu. O akşam gelmedi. Halbuki ben onun
her akşam oraya geleceğine, kimse bana öyle bir şey söylemediği
halde, inanmıştım. Kendimi ihanete uğramış, aldatılmış, aşağılanmış hissediyordum. Bu duyguların anlamsız olduğunu bilecek
kadar aklım vardı ama bu duyguları hissetmeme engel olacak
gücüm yoktu. Sanki duygularım benim dışımda, benden bağımsız bir at sürüsü gibi koşuyordu, onları durduramıyordum, üstelik
sık sık da yön değiştiriyorlardı.
Dar elbiseleri içinde dolgun vücutlu kadınlar şehveti ve davetkarlığı açıkça vurgulanan figürlerle dans ederek şarkılar söylüyorlardı. Bazıları daha iyi oynayabilmek için ayakkabılarını çıkarıp
sahnenin ortasında bırakıyorlardı. Bir kadının ayakkabılarını
çıkartıp çıplak ayaklarla oynamasının, bunun yarattığı mahrem
çağrışımların ilk kez farkına varıyordum. Kısa boylu, beyaz bir fôtr şapka giymiş, saçlarını ensesinde
kuyruk yapmış, güneş gözlüklü, kısa boylu bir klarnetçi zaman
zaman şarkıcıların yanına gelip onların yanında da çalıyordu.
O kadar kısa boyluydu ki klarnetiyle neredeyse aynı boydaydı.
Pembe gömleğini pantolonunun üstüne sarkıtmıştı.
Çekime ara verildiğinde ben de diğerleriyle birlikte koridora
çıktım. Koridorun sonunda küçük bir büfe vardı. Oradan bir
bardak çayla bir tost aldım. Kenardaki plastik sandalyelerden
birine oturdum. Yanımdaki sandalyelere iki kadın oturdu, dar
etekler giymişler, epeyce abartılı makyaj yapmışlardı. Kolsuz ve
dar bluzları vücutlarına yapışmış gibiydi. Ben yokmuşum gibi
bana hiç aldırmadan kendi aralarında konuşuyorlardı. Bir tanesi,
"o platformda hangi seyircilerin oturacağına kim karar veriyor?"
dedi. "Kameralar en çok o platformdakileri gösteriyor." Diğeri
güldü, "orada oturmak için rejisör yardımcısının gönlünü yapmak lazım," dedi, "kimin oturacağına o karar veriyor." İlk soruyu
soran, "o rejisör yardımcısını bana göstersene," dedi, "onunla bir
konuşayım." Kendine güveniyordu.
Duyduklarımdan hem utanmış hem de Simge Hanıma hakaret ettiklerini düşünerek kızmıştım. Benim bildiğim, kitaplarda
okuduğum kadınlara hiç benzemiyorlardı. Bayağılıklarında bir
çekicilik bulduğumu fark edince nerdeyse telaşla yerimden kalkıp
salona girdim.
Çekim bittikten sonra herkesten önce çıktım. Yalnız başıma
yürüdüm. O sopalı adamlara rastlamaktan korkuyordum ama
belki de erken olduğu için ortalıkta gözükmüyorlardı. Hanın
önündeki sokaktaki kalabalığın arasından insanlara çarpa
çarpa geçtim, eski arkadaşlarıma rastlarım endişesiyle acele
ediyordum. Sokaktakilerin çoğunluğu gençti. Kızlar güzel kokuyorlardı,
pamimleri sokağın yoğun kokusunun arasında bile fark ediliyordu.
Odama çıktım. Üç köylü oradaydı. Onları unutmuştum. Siyah
elbiselerini giymişler düğüne gidiyorlardı. Balkona çıkıp aşağıya
baktım. Hafta sonu olmasına rağmen kalabalık her zamankinden
daha az görünüyordu.Simge Hanım ertesi gün de gelmedi.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Simge Hanım
FanfictionGarip bir hikaye olacak ama hadi hayırlısı çok sevdiğim bir kitabın hanzehimsi uyarlaması kitap Ahmet Altan'ın normalde umarım biriniz okumuştur da gelir kitap dedikodusu yaparız