filmler, diziler, kitaplar. tüm o anlatılan güzel duygular. hayal edilemeyecek hisler ve her çıkmazın sonundaki aydınlık. hepsinin ortak noktası Nakamato bana göre. rastgele bir akşamüstü arkadaşım olur musun diye bir mesajla başlayan, her daim parlayan gözlerime hayran kalan Nakamato hayatımın eksik parçası ve asla güneş görmeyen o odadaki ışıksız da yetişen çiçekti. hayatıma rastgele bir akşamüstü girdi ve bana dedi ki: "her çiçeğe ışık gerekmez. işte sen o çiçeksin."
saat yaklaşık öğle vaktiyken hala yataktan çıkmamıştım ve bunun tek sebebi sabah dersimizin profesörden gelen ani maille ertelenmesi haberiydi. açıkçası akşam derslerinden haz etmiyordum çünkü tüm işlerimi sabah halledip günümün bana kalması daha çok hoşuma gidiyordu. fakat profesörün muhtemelen kreşe yeni başlayan torunu için ayırdığı vakti elbette bir üniversiteli bölemezdi. telefonuma gelen tüm bildirimleri görmezden gelip sevgilimden gelen sesli aramayı heyecanla cevaplandırdım. sanırım yıllar geçse de bu heyecan hiç eskimeyecekti.
"günaydın yakışıklı."
telefonun ucundan gelen kıkırtı sesiyle sanki günüm aydınlanmış gibiydi. yataktan kalkıp mutfağa geçtiğim sırada telefonun ucundan ses geldi.
"günaydın. naber bakalım?"
raftan aldığım büyük bardağa soğuk bir su koydum, ardından tezgahın üstündeki kahve makinesini çalıştırdım.
"iyilik desem de inanma. nakamato yokluğun bana hiç iyi gelmedi."
"öyle oldu biraz. üzülme az kaldı."
az falan kalmamıştı. ciddiyim sanki bir gün beş gün uzunluğunda yaşanıyordu benim için. Yuta'dan önce naptığımı sorgulayıp duruyordum.
"kahvaltı yapmaya çıktım, sesini duyayım dedim. sen yedin mi bir şeyler?"
"hayır, kahve yapıyorum şimdi."
yuta ayıplarcasına bir ses çıkardı. onaylamadığı bir şey yapıldığında hep bu sesi çıkarırdı.
"olmaz öyle, niye böyle yapıyorsun sevgilim?"
"napayım, iştahım yok. sen olsan koca tabağı bitirirdim."
"ha şimdi yanında olsam bolca yersin yani?"
şüpheyle sorduğu soruya kendimden emin şekilde yanıt verdim.
"tabi oğlum, gelince göreceksin."
ardından nefeslenmeden konuşmaya devam ettim.
"ee napıyordun sen, ne zaman geleceksin?"
"kahvaltı yapacağım, on gün kalmıştı ama eğitim bir kur uzatıldı. on beş günü bulur gibi."
oflayabildiğim kadar ofladığımda Yuta'dan bir kıkırtı daha geldi. anlamadım, neye gülüyordu? özlemiş olamaz mıydım?
"gülme ya. of zaten bende şans olsa döner götüme girer. hayır yani, eğitime gidecek zamanı buldun değil mi? insan demez mi sevgilim beni özler mi özlemez mi? düşünmez mi bunları? ama yok anca ben özlüyorum zaten, off."
ben nefessiz kaldığım halde hala konuşmaya devam ederken yuta hala kıkıyordu. tam konuşmaya devam edeceğim sırada kapı çaldı ve çalan kişinin alacaklı olduğunu düşünmüştüm. sabah sabah derdi neydi böyle.
"ay bir dakika ya. bir tane pezevenk canına susamış herhalde sabah sabah. kapıyo çalıp dıruyor. hayır ne var bu saatte?"
söylenerek kapıyo açtığım sırada cümlem yarıda kalmış ve aynı zamanda gözlerim sevgiyle parlamıştı. çünkü kapımdaki elinde bir buket lavantayla duran Nakamato'dan başkası değildi.
"canıma susadım, napacaksın?"
karşımda on beş gün sonra geleceğini düşündüğüm sevgilimi görünce elbette şoka uğramıştım. bu yüzden koluna sert bir yumruk geçirmekle kocaman sarılmak arasında kalsam da yumruğu seçtim.
"ahh, sevgilim napıyorsun ya? sürpriz yapıyoruz. dayak yiyoruz. anlamıyorum ben bu işi."
kalbime götürdüğüm elim resmen kalp atışlarımdan dolayı titretken Yuta'yı kolundan tutup içeri çektim.
"gerizekalı, kalbime iniyordu. "
söylediklerime gülüp yanağımdan bir makas aldı. ben de ona sarıldığımda gerçekten Yuta'nın benim için oksijen değerinde olduğunu düşünmüştüm. abartmıyordum, ciddiydim. yuta'nın benim yaşama hevesim olma konusunda yani.