#You tell me your secrets,
you keep your life between your lips.Say you're mine,
eyes don't lie.Bana sırlarını anlat,
hayatını dudaklarının arasında tut.Benim olduğunu söyle,
gözler yalan söylemez.#
#
Yanı başımda kalp atışlarımı takip eden yoğun bakım ünitesinin sesi beynimin içine her saniye işlerken onunla senkronize olan duvar saati ise gözlerim kapalı olsa da yeni yeni kendine gelmeye başlayan bilincimi git gide rahatsız ediyordu. Kuruyan boğazımı ıslatmayı denesem de beceremeyip cılız bir inleme bırakmıştım boş olduğunu tahmin ettiğim odaya. Çıkan sesle tahminlerim suya düşerken ne kadar süredir kapalı olduğunu bilmediğim gözlerimi yavaşça araladım. Çapakların ve yavaş yavaş hissetmeye başladığım acının zorladığı gözlerimi buruşturma istediğinden sıyrılmam zor olsa da sonunda dünyayla yeniden görsel bir bağ kurabilmiştim.
Lee Minho.
Kahve harelerimin ilk odağı şaşırılmaz bir gerçeklikle "O" olmuştu. Siyah kumaş ceketi ve beraberinde bacaklarını sıkı sıkı saran aynı görünümlü pantolonuyla tam karşımdaydı. Yatağın karşısındaki duvara sağ ayağını dizini arkaya doğru kırarak yaslanmış ve ellerini göğsünde birleştirmişti.
Uzunca bir süre gözlerimizin bağını kesmedim, hatta aksine gözlerinin en derinliklerine ulaşmaya çalıştım. Anlamasını bekledim, beni ve kafamın içindeki cehennemi anadan yeni doğma bir bebek kadar çıplakça görmesini istedim. O an ne yediğim kurşun - belki de kurşunlar - ne hissetiğim acı ne de bulunduğumuz konumu düşünmedim. Sessizce çığlık attım. "Beni kurtar." der gibi. "Yediğim kurşunun emrini beni doğuran kadının verdiğini çoktan biliyorum." der gibi.
O ise şatafatlı kitaplardaki baş karakterler gibi şefkatle bakmadı. Açık olmak gerekirse gözlerinden seçebildiğim herhangi bir duygu yoktu. Sadece siyah iki benek bir saniye olsun odağı kaymadan yüzümün her bir noktasında dolaşıyordu.
İlk defa ne yapacağımı bilmemenin farkındalığıyla gözlerimi yumup bu uzadıkça uzayan bakışmayı sonlandırdım. Henüz onları açmamışken, tok birkaç adım sesi boş odada yankılanarak kulağıma ulaştı. Ses kesildiğinde ise burnuma dolan keskin ama tanıdık koku gözlerimi ikinci kez açmama destek oldu.
Bu sefer yatağın hemen yanında duran tekli koltuğa oturmuş bacak bacak üzerine atmıştı. Benden konuşmak adına bir adım almayınca çareyi kendisi ipleri eline almakta buldu.
"İyisin."
Hah! Kafamdan geçen nidayla aynı anda çarpık bir gülümseme sundum ona. İyiymişim! Ben Hwang Hyunjin'dim. Tabiki iyi olacaktım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
im fuckin' into it | hyunho
Fanfiction'Çok istiyorlarsa kendileri kucağıma buyurabilirler.' dedi, efendim. 060922