25 yıl önce, Lim Dağları
Gloria, tapınak merdivenlerinden zar zor çıkabiliyordu. Attığı her adım şiş karnında bir sızıya daha sebep oluyorken tapınak girişine ulaşmak gözüne imkansız gözükse de pes etmedi. Bunu daha doğmamış olmasına rağmen lanetli damgası yiyen oğlu için göze alıyordu. Her şey onun içindi, onun geleceği için bu olmak zorundaydı. Bu onun annelik vazifesiydi. Daha da önemlisi tahtın varisine hamileydi. Verdiği onca yanlış karara rağmen bu yaptığının doğru olduğuna sonuna kadar inanıyordu.
Derin derin nefes alıp verdi. Başı dönmeye başlamıştı ama tapınak merdivenleri oturup beklemek için güvenli değildi. Yukarı doğru baktı. Az kalmıştı, yapabilirdi. En azından bu kadarını yapması lazımdı. Elleri ile karnını tuttu ve hem oğlunu hem de kendini rahatlatmaya çalıştı. Alnından terler akarken merdivenleri çıkmaya devam etti. Çıkarken aynı zamanda içinden sayıyordu da ama nerede kaldığını bile hatırlayamayacak kadar yorulmuştu. Lim Dağları'nın tepesinde olan bu tapınak tanrıların evi olarak bilinirdi. Ve artık Gloria'nın onlarla görüşmesinin zamanı gelmişti. Oğlu için onların yardımına ihtiyacı vardı. Doğumunu tapınakta gerçekleştirecek olsa dahi işini tamamlayana kadar tapınaktan dışarı çıkmayacaktı.
Gloria son basamağa adımını attı ve tapınak duvarlarına tutundu. Yere çömeldi ve nefesini dizginlemeye çalıştı. Başarmıştı, artık yapması gereken tek bir şey kalmıştı. Tekrar ayaklandı ve içeri girdi. Elleri hala karnındaydı. Belki de bu ona güven veriyordu, oğlunu hissetmek, hala orada olduğunu doğrulamak içindi belki de bu eylemi. İçerisi karanlıktı, sadece mum ışıkları vardı ve tanrıların heykellerinin etraflarına dizilmişleri. Gloria ağır ağır tapınağın ortasına doğru ilerledi. Hemen önünde duran heykele baktı. "Anahit" diye geçirdi aklından. Doğurganlık, şifa ve bereket tanrıçasıydı. Belki de normal bir durumda asıl yapması gereken bu tanrıçadan yardım istemek olmalıydı lakin şu an ihtiyacı olan tek şey güçtü. Hem de çok fazla güç...
Gözü etrafta dolaştı, birisini arıyordu. Etraf çok fazla li kokuyordu. Ruhların burada çok gezindiği belliydi. İlk bakışta bile anlaşılırdı. İlerledi, ilerledi ve ilerledi. Onu bulana kadar durmadı. Karnındaki sızı da hala geçmemişti, üstüne üstlük artmıştı da. Ama daha zamanı değildi, dayanmak zorundaydı. Durmadan etrafta dönüp duruyordu fakat dışarıdan küçük bir tapınak gibi gözüken bu baraka içeri girildiğinde aslında tanrıların sizinle oyunlar oynadığı bir labirentti. Gloria bu duruma düşmekten nefret ediyordu ama vazgeçemezdi. Şimdi vazgeçse bile çıkması da bir hayli zor olacaktı zaten. Çünkü bu sefer o Gloria değil, bir kraliçe olarak tanrılardan yardım istemeye gelmişti. Ve tanrıların en çok nefret ettikleri kişiler krallar ve kraliçelerdi. Güçlerinin yarısına bu kadar ulaşmalarını gururlarına yediremezlerdi. Ve Gloria bu tiplemeye uyan en nadide kişilerden biriydi.
Gloria'nın adımalrı yavaşladı ve en sonunda büyük bir heykelin önünde durdu. Mumlardan daha sönmemiş olanları elinde aldı. Eriyen mumların eline akmasına izin verdi ve mumları heykele doğru doğrultup yüzüne baktı. Bulmuştu. "Nemesis" diye inledi. İnsan heykeline bakarken bile kendini çelimsiz hissediyordu. Yüce Adrasteia, kaçınılmaz tanrıça olarak bilinirdi. Mumları iki eliyle tutuyordu, eriyen mumlar kırmızı kraliyet elbisesinin eteklerine damlamış ve yapışmışlardı. Gloria biraz daha yaklaştı, neredeyse nefesi kesilecekti. Korkusunu belli etmemeye çalışarak dua etmeye başladı. Diz çökmeye çalıştı ama zaten ağrısı olduğu için bacakları da titriyordu. Başını eğdi ve kehanetleri mırıldandı.
"Oort bulutu yüzeye çarptığında,
Gökkubbe delindiğinde ve denge bozulduğunda,
İnsanoğlu günahlarından arınmalıdır,
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kurtlar Arasında
General FictionKorku bir Anka Kuşu'dur, yanışını binlerce kez izleseniz de yine de geri döner.