Siyah, uzun saçlı adam oturduğu sarı eski püskü koltukta rahatsızca kıpırdandı, eski küçük sobanın önünde hem ısınmaya çalışarak üstündeki battaniyeye daha sıkı sarılıyor hem de kitabını okuyordu. Bir taraftan da dışarıdan gelen seslere karşı tetikteydi. Bu yüzden bu akşam saatinde elinde ki kitaba neredeyse hiç odaklanamamıştı. Bu sırada evin kapısı gıcırdayarak açıldı. Sarışın, yeşil gözlü biri içeri elinde yeni kesildiği belli olan odun parçalarıyla girdi. Söylenerek odun parçlarını küçük sobanın yanına koydu. O sırada onu gülümseyerek izleyen siyah saçlı adam “Teşekkürler, Paul.” Dedi.
Yeşil gözlerinde hafif öfke ışıltılar olan sarışın “Zaten yeterince odun kesmiştim, neden beni gecenin bir vakti dışarıya yolluyorsun anlamıyorum.” Diye huysuzlandı.
Siyah saçlı olan battaniyesine biraz daha sokulup “Geceleri havanın bu kadar soğuk olması benim suçum değil. Hem çok kolay üşütebileceğimi biliyorsun. Hasta olursam hepimiz aç kalırız. “ dedi.
Paul, gözlerini devirdi. “Abartıyorsun ben de gayet iyi yemekler yapabiliyorum. Eğer hasta olsaydın, Arthur, hepimize bakabilirdim.”
Arthur’un yüzüne alaylı bir sırıtış yayıldı. “Hıhı, bunu kesinlikle yapardın. Tabii hepimizin birkaç gün için de hastanelik olacağı gerçeğini göz ardı edersek.” Paul’un sinirli yüzünü görünce ayağa kalkıp şirin bir gülümseme takındı önceki alaylı gülümsemesinin aksine. “Ama yine de bizim için bir sürü şey yapıyorsun bu yüzden sana bir teşekkür borçluyuz. Hem sen dışarıda çok üşüdüğün için mi bu kadar huysuzsun?” Son cümlesini söylerken kollarını Paul’un etrafına sardı onu ısıtmak ister gibi.
Paul bunun üzerine aynı şekilde kollarını Arthur’un etrafına sardı. Bu kısa ve huzurlu an boyunca dertlerini kısa bir süre kenara bırakmışlardı ki üstten gelen çığlık sesine kadar. İkisi de birbirinden hızlıca uzaklaşıp koşar adım sesin geldiği odaya gittiler.
Sesin geldiği oda, evin ikinci katındaki küçüçük bir odaydı. Oda da sadece duvara dayalı bir yatak, küçük bir pencere, birkaç oyuncak ve içinde biraz kıyafetin olduğu eski bir valiz vardı.
Odaya girdiklerinde mavi battaniyesinin altında titreyen küçük çocuk karşıladı onları. Arthur ve Paul yatağın yanına gidip diz çöktüler sonrasında ilk konuşan Paul oldu. “Chuuya, ne oldu? Neden birden çığlık attın? Yoksa kabus mu gördün?”
Chuuya, battaniyesinin altından yavaşça kafasını çıkardı. Ağlıyordu, göz yaşlarını silerken titrek bir sesle “Hayır” dedi.
Paul uzanıp ona kucağına ve sorusunu yineledi. “Chuuya ne olduğunu anlatmak ister misin?”
Chuuya kafasını Paul’un omzuna gömerken burnunu çekti. Zar zor duyulan bir sesle “Canavar yüzünden...” dedi.
Arthur gülümseyerek Chuuya’nın kızıl saçlarını okşadı. Paul’da Chuuya’ya biraz daha sıkı sarıldı. Sonrasında Arthur, “Ben etrafta canavar görmüyorum, Chuuya.”
Paul Arthur’un kaldığı yerden devam etti. “Evet eminim canavar beni görünce kaçmıştır.” Arthur gözlerini devirdi.
Chuuya kafasını kaldırıp gözlerini odanın etrafında gezdirdi. O korkunç yaratık bu eski odada yok gibiydi cidden. Yine de onun söylediklerini unutmak Chuuya için kolay değildi. Kızarmış kahverengi gözlerini onu tutan sarışın adamın yeşil gözlerine çevirdi. “Ama o gerçekten korkunçtu. Ve, ve bana çok benziyordu ama ama her yerinde kan vardı ve bizi... Sizi... Hepimizi öldürmekten bahsediyordu.” Dedi.
Paul onun neden bahsettiğini anladığında yüzü düştü. Yine de Chuuya bunu fark etmeden gülümsemesini geri getirdi. Arthur onunda gerildiğini fark etmişti bu yüzden “Eminim, o kötü canavar tekrar gelmeyecektir Chuuya, hem gelse bile bizden korkup kaçardı.”
Chuuya ikisine de baktıktan sonra Paul’un boynuna daha sıkı sarıldı. “Yine de, her ihtimale karşı bu gece birlikte uyuyamaz mıyız?” diye sordu masum bir çocuk gibi.
Arthur tam buna itiraz edecekti ki Paul ondan önce davrandı. “Elbette, bugün birlikte sobanın karşısında uyuyabiliriz hem üşümeyiz de.” Dedi. Bunun üzerine Chuuya’nın yüzü neşeyle aydınlandı ve sarışın adamın kucağından aşağı atladı. Sonrasında battaniyesini alıp Paul’un elini tuttu.
Kendisine söz hakkı verilmeyen Arthur sinirle kaşlarını çattı. “Kimse bana fikrimi sormayacak mı?!” diye söylenerek aşağıya indi. Bu sırada üçü için bir yatak yapmaya çalışan, sürekli oyuna vurdukları için sadece çalışıyorlardı çünkü, ikiliyi görünce gülümsedi ve birbirlerine savurdukları battaniyeleri ellerinden aldı. “Oyun oynamayı kesin de hemen uyuyabilelim.” Dedi sahte bir sinirle.
Chuuya ve Paul onun gerçekten sinirli olmadığını bildiğinden oyuna devam ettiler bir taraftan herkes birbirine yastık atıyor bir taraftan yatak kurmaya çalışıyorlardı. Aslında yatak kurmaya çalışan tek kişi Arthur’du. Gecenin ilerleyen saatlerinde herkes yeterince yorulduğun da sonunda herkesin yatabileceği bir yatak vardı. Sobaya en yakın olan yere Arthur, onun yanına Chuuya ve Chuuya’nın yanına da Paul uzandı. Chuuya saatler süren oyun yüzünden hemen uykuya dalmıştı ama Paul ve Arthur, bu gece pek de kolay uyuyabilecek gibi değildi.
Arthur Chuuya’nın huzurlu yüzüne bakarken sessizce mırıldandı. “Chuuya’nın gördüğü şey... Arahabaki’nin bir yansımasıydı değil mi?”
Paul tavana bakmayı kesip Arthur’a döndü. Üzerindeki kalın yorgana sıkıca sarılmış adama bakarken olumlu anlamda kafasını salladı. “Evet, sanırım ne kadar uzağa gidersek gidelim kendimizden kaçamıyoruz.”
“Paul...” Arthur’un sesi yeni düşen kar kadar naif ve sakindi. “Sence ne kadar daha içinde ki şeytanı görmeye devam eder?”
Paul durgun gözlerini Arthur’dan uzaklaştırdı ve ortalarında bebek misali huzurla uyuyan kızıl çocuğa sabitledi. “Bilmiyorum... Yine de onu korumak için yanında olmak istiyorum. Tek istediğim gülümsediğini görmek.” Sesindeki kırgınlığı karşısındaki, onu yıllardır tanıyan, adamdan saklamaya çalışsa bile başaramayacağının farkındaydı.
Siyah saçlı adam iç çekip elini uzattı. Sarışının yanağını okşayarak ona bakmasını sağladı. Rahatlatıcı bir sesle “Merak etme, Chuuya’yı korurken asla yalnız olmayacaksın. Her saniyesinde yanında olacağım.” Dedi.
Sarışın hafif şaşkın gözlerle ona bakarken yanağındaki elinin üstüne kendi elini koydu ve gülümsedi. “Teşekkürler, Arthur.” Dedi oldukça sakin ve yumuşak bir sesle...
Arthur’un yanaklarında karanlıkta çokta belli olmayan pembelikler belirdi. Yanaklarının ısındığını hisseden Arthur, elini çekti ve “Hadi, biraz uyumaya çalışalım Paul” diye fısıldayıp daha çok battaniyesine sarıldı.
Paul onaylayan mırıldanmalar çıkarırken kafasını olumlu anlamda sallayıp kafasını yastığa koydu.
Sabah, beklenildiği gibi ilk uyanan Rimbaud oldu. Birbirine sıkı sıkıya sarılmış sarışın ve kızılı uyandırmadan yataktan kalktı. Ardından mutfağa yöneldi, iki baş belasına kahvaltı hazırlamak için.
Onun ardından sarışın olanda ona sarılan kızıl çocuktan ayrılıp sessizce yataktan çıktı. Rimbaud’un yanına yardıma gitti. İkisi birlikte kahvaltı hazırlarken fazla sessizlerdi. Tabii bu sessizlik Chuuya yataktan fırlayıp mutfağı basana kadar sürdü.
Chuuya, koşarak mutfağa girince ikisinin de yüzünde kocaman birer gülümseme belirdi. “Günaydın, Verlaine-san, Rimbaud-san!” Chuuya’nın enerjik sesi mutfağı doldurdu.
Rimbaud gülümseyerek Chuuya’nın kafasını okşadı. “Günaydın, Chuuya-kun! Akşam iyi uyuyabildin mi?” diye sordu.
Chuuya olumlu anlamda başını salladı. “Ihıı, çok iyi uyudum.” Dedi çocuklara özgü bir mutlulukla...
Verlaine ikisinin arasına girip Chuuya’yı koltuk altlarından tutup havaya kaldırdı. “Anlaşılan küçük Chuuya-kun bizimle uyuyunca çok daha rahat ediyor.”
Chuuya Verlaine’nin kollarında demelenip bağırdı. “BANA KÜÇÜK DEME!”
“Ama küçüksün işte! Baksana küçücüksün!!” dedi adeta onunla dalga geçerek bu küçük çocuğun kızgın suratı ona fazla tatlı geliyordu.
Chuuya dudaklarını büzdü ve Verlaine onu bıraksın diye çırpınırken “Hem ben bugün 8 yaşıma girdim. Artık küçük değilim!” dedi.
Verlaine tatlı bir gülümseme eşliğinde onu yere indirip boy hizasına gelmek için diz çöktü. “Bak sen şu işe benim akıllı kardeşim doğum gününü hatırlıyor mu?”
Rimbaud’un kıkırtısını duyarak ikiside ona döndü. Chuuya biraz utanmış gibiydi ama yine de intaçı kişiliğinden vazgeçmedi. “Tabii ki hatırladım. MUMU ÜFLERKEN DİLEK TUTMAK İSTİYORUM” diye bağırdı.
“O zaman Chuuya-kun için dünyadaki en iyi pastayı yapacağım. İstediğiniz özel bir lezzet var mı acaba?” Rimbaud çocuğa eğilerek tatlı tatlı sordu. Verlaine o sırada partnerinin ve kardeşinin tatlılığıyla mest olmuş durumdaydı.
Chuuya düşünmek için bir elini çenesine koydu ve diğeriyle de onu destekledi. Gözlerini kısıp birkaç saniye mırıldandıktan sonra birden gözleri açıldı. “Çilek! Çilekli pasta yapalım!”
Rimbaud gülümsedi, “Tamam o zaman... Çilekli yapalım pastayı.” diyerek onu onayladı.
Verlaine de ayağa kalmış dolaptan kek için yumurta, süt gibş malzemeleri çıkarıyordu ki birden durup Chuuya’ya döndü. “Dilemek için sabırsızlandığın dilek ne?”
Chuuya işaret parmağını dudaklarına götürerek sus işareti yaptı. “Söyleyemem sır.”
Canavarın kanlı suratı burnunun ucundaydı. Nefes almaya korkacağı kadar yakındı bu iğrenç şeye. Ve kendisine öyle çok benziyordu ki... Titriyordu Chuuya, korkuyordu. Bir şey yapmak istiyor ama ne yapacağını bilemiyordu. Canavarın hırıltı sesini duydu... Sesi bile ona benziyordu. Ama o canavar değildi. Değil mi?
“Eğer her evrende bu kadar şanslı olduğunu sanıyorsan... Seni terk edecekler Chuuya... Etmeseler bile onları öldüreceksin... Neden biliyor musun? Çünkü sen bensin, ben de senim. Onları senin için öldüreceğim. Sonunda koca dünyada yalnız kalana kadar” o korkunç kahkahası. Doğru değil... Doğru olamaz diye düşündü Chuuya. O yüzden bağırdı ki abisi ve Rimbaud onu kurtarsın. Canavar gitsin istiyordu. O şeyle hiç ortak noktası yoktu ki.
İşte böylece bu yıl dileğini belirlemiş oldu... Her yerdeki, canavarın deyişiyle her evrendeki, kendi için mutluluk dileyecekti, hepsinin ailesi ile mutlu olmasını istiyordu. Ve Verlaine ve Rimbaud’un sonsuza kadar yaşamasını isteyecekti tabii ki... Yalnız olmak istemiyordu ayrıca onları çok seviyordu. Ailesini seven bir çocuk gibi...Biliyorum şaşırtıcı oldu... Ama bugün olmazsa başka hangi gün yayınlardım bilmiyorum bölümün başı ve sonu kopuk gelebilir üzgünüm. Başını 2022'de falan yazdım çünkü ndğemdğdk
Umarım beğenerek okursunuz yorumlarınızı bekliyorum!!
AYRICA İYİ Kİ DOĞDUN CHUUYA 💖💖
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Doğum Günü (Bsd One-shot)
FanfictionEğer, Rimbaud ve Verlaine Chuuya'yı tutulduğu tesisten kurtarıp gözlerden uzak bir dağ evine yaşamaya gitseydi ne olurdu? Sorusu üzerine kurulu bir au'da geçen kısacık bir hikaye