3

7 2 0
                                    

Bulunduğum odada sıra dışı hiçbir şey yoktu. Büyükçe bir gömme dolap, bir çalışma masası, içi dolu orta boyda bir kitaplık, uyandığım yatak ve yumuşak halılar. Odayla uyum sağlayan bordo perdelerin ardına gizlenmiş iki pencere vardı. Nerede olduğum hakkında bir fikre ulaşabilmek amacıyla birine yöneldim. Park edilmiş iki araba, çimler ve yolun karşısında bir orman vardı. Tam olarak ıssız sayılmazdı ama ne bir tabela ne de başka bir bina pencereden görünüyordu. Hava kararmıştı ve dışarısı oldukça iyi aydınlatıldığında içerideki lambayı açma gereği duymamıştım. Odayı incelemeye devam ettim. Mobilyalar oldukça temizdi ancak 5-10 yıllık kadar vardı. Çalışma masasının üzerinde iki tane boş defter ve kalemlikte kalemler vardı. Hiçbirine dokunulmamıştı. Sanki benim için hazırlanmış bir otel odası gibi. Ancak  buraya getiriliş şeklimden öyle olmadığı aşikardı. Masanın altında irice, siyah bir kutu dikkatimi çekti. Yavaşça oradan çıkardım. Bir keman kutusuydu. Benim odamda bulunmasını tesadüfe yoracak değildim. Buraya getirilmemin bir sebebi vardı. Odada benim ilgilendiğim veya sevdiğim başka şeylerin olabileceğini düşündüm. Çalışma masasının çekmecesini açtım ama içinde sayfaları boş bir defter, kullanılmamış ıslak ve kuru mendiller, tuzlu  çubuk kraket ve pet şişe içerisindeki sudan başka bir şey yoktu. Kitaplığa yöneldiğimde ilk raftakiler hemen dikkatimi çekti. Ludwig van Beethoven'ın Hayatı, İki Şehrin Hikayesi, Jane Eyre ve daha birçok favorim. Graip bir ürpertiyle bu kez gömme dolaba baktım. Üç kapaklı dolabın iki kapağı kıyafetlere bir kapağı ise temizlik malzemelerine havlu vs ayrılmıştı. Kıyafetlerin yarısı yazlık yarısı kışlıktı ve beni en az iki yıl idare ederlerdi. Kışlık kıyafetlerin arasında örme kazaklardan şık kadife elbiselere her tür vardı. Yazlıklar ise çoğunlukla şifon gömlek ve elbiseler, çeşitli şortlar, spor atletler ve basic t-shirt lerden oluşuyordu. Zevkimi göz önünde bulunduracak olursam fena sayılmazdı hatta bir çoğunu severek giyebilirdim. Evet kesinlikle buradan nasıl kurtulabilirim yerine bunu düşünüyordum. Bir askıda ise hem okul hem de hizmetçi üniformasına benzeyen elbise-jile türü bir parça vardı. Ne yani hizmetçi olmam için mi bunca zahmete girmişlerdi. Odada gezinmeye devam ettim. Görebildiğim 2-3 elektrik prizine rağmen odada hiç bir elektronik eşya yoktu. Dolayısıyla kimseyle iletişim kuramıyordum. Özge meraktan deliye dönmüş olmalıydı. Koray'ı ise düşünemiyordum bile çünkü telefonda en son onun sesini duymuştum.

Dolabın önündeyken kapının kilidi iki kez döndü ve açıldı. Gözlerime hiç de nazik davranmayan kahverengi gözler yine karşımdaydı. Kapının eşiğinde hiçbir şey söylemeden öylece duruyordu ve istemsizce bir iki adım gerileyip duvara yaslandım. 

"Hey, hey sakin ol." bir elini yavaşça kaldırarak bunları söyledi. Sesi ellerinden çok daha sakin ve kibardı. 

"Sana zarar vermeyeceğim." dediğinde tuttuğumu fark etmediğim nefesimi öylece bıraktım. Yine de bu sözüne güvenemezdim. Tanrı aşkına bayıltıp kaçırılmıştım! Eşikten bir adım adıp

"İçeri gelebilir miyim?" dedi ve tek kaşını kaldırdı. Kendini ne sandığını merak ettim ama o an küstahlık yapacak durumda olan ben değildim. Ses çıkarmadan bekledim.

"Sessizlik en büyük cevaptır derler. Öyleyse bunu evet olarak kabul edİyorum." deyince bir şeyler söylemem gerektiğinin farkına vardım. 

"Hayır dur. Sen kimsin?" sesim sandığımdan daha güçlü çıkmıştı. Buna sevindim çünkü içinde bulunduğum durumu göz önüne alırsak kendimi güçsüz göstermek isteyeceğim en son şeylerden biriydi. 

"Doğru. İlk söylemem gereken kim olduğumdu. İlk yeteneğim sensin ve henüz her şeyi öğrenebilmiş değilim. Ben Savaş. Ve sen ?" Savaş. Güzel ve bir o kadar güvenilmez bir isim. Belki de neden burada olduğumu açıklayabilecek tek insan olduğu için güvenmek zorundaydım.

"Elif." dedim. Aynı zamanda her zaman yaptığım gibi elimi kotumun cebine sokarak destek alıyordum.

"Artık içeri girebilir miyim Elif?" dediğinde evet demekten başka çare bırakmayacak kadar ısrarcı görünüyordu. Başımı belli belirsiz salladım. Hızlıca yanıma yaklaşarak başımı iki elinin arasına alıp yine nefesini hissedebileceğim kadar sokuldu. Gözlerimi delecek gibi bakarken yine o aceleci tavrına bürünmüştü ve tatlı kahverengi gözleri aniden buz tuttu.

"Narkozun etkisinden bu kadar erken çıkmamalıydın. Kaç yaşındasın?" önce yutkundum ve gözlerimi kaçırmadan

"19" cevabını verdim.

"Güzel" deyip ellerini gevşetti. Ama aramızdaki mesafe hala aynıydı. Gözleri hafifçe bulutlandı. Ben ne olduğunu anlayamadan Savaş bileğimden acıtarak tutup avcumu açtı. Nerden çıkardığını bile göremediğim kızgın metali avcumun içine bastırdı. Yaşlar anında gözlerime birikirken çığlık atmamak için dudaklarımı sımsıkı kapadım. Bileğimi bırakması için elimi deli gibi sallamam sadece daha sıkı tutmasına ve parmaklarının değdiği yerlerde küçük morluklar oluşmasına sebep oldu. Bu neydi böyle? Savaş demiri çekti ve bileğimi tutmaya devam etti. Gözlerimi açtım ama bakamıyordum çünkü 1 dakikadan kısa bir sürede ondan nefret etmiştim. Gözyaşlarım gözümü açmamla birlikte süzülmeye başladı. Hayır süzülmekten kastım hiç durmayacak gibi akmak. Zorla hala Savaşın himayesi altındaki elime baktım. Kızgın metalin bastırıldığı yer kızarmış ve kabarmıştı. Derimde "YENİ" yazıyordu. Hiç çıkmayacağını biliyordum. Ne için yeniydim.Bunu bana sadece söylemeleri yeterli olurdu. Sonsuza kadar bu izle birlikte 'yeni' kalacaktım. Lanet olsun canım çok,çok fazla acıyordu. Savaş gözlerimin içine bakmaya devam etti ama ne bulutlardan ne de buzdan eser kalmıştı. Yine gözlerimi delip geçecek gibi bakıyordu ama bu kez eriterek geçmek istermiş gibi. 

"Bana zarar vermeyeceğini söylemiştin." deyip yüzümü çevirdim. Artık iki elinin arasında olmayan başımı özgürce hareket ettirebiliyordum ama o bu kez çenemden tek eliyle yakalayıp ona bakmamı sağladı.

"Bana güvenmiş olman çok güzel ve açıkçası ilk  günüm için gururumu okşadı." deyip cebinden küçük bir tüp çıkardı. Elimi tekrar canımı acıtmasını istemediğim için hızla çektim.

"Canını acıtmayacağım. Hatta acına son vermek istiyorum elini ver. Lütfen." demesine rağmen ne elimi uzattım ne de gözünün içine bakmaktan vazgeçtim. Bileğimi tekrar tutup avcumu açtı. Tüğün kapağını tek eliyle açarak içindeki pembemsi kremi "YENİ"nin üzerine sürdü. Bu kez elleri naziktİ, gözlerinde de bir değişiklik olmamıştı. Hem canımı yakıp hem de bunu hafifletmek için uğraşıyordu. Bu çok garipti. Hiçbir şeyi anlamıyordum ve korkuyordum. Gözyaşlarıma ek olarak bu kez hıçkırmaya ve sarsılarak ağlamaya başladım. Tüy gibi eller durdu ve işini bıraktı. Savaş yüzüme düşen saçları kulağımın arkasına iterek beni yine ona bakmaya zorladı. 

"Canın daha fazla mı acıdı?" Acımı gözleriyle dindirebilecek gibi bakıyordu ama bu oyuna düşeceğimi sanmıyorum. Hala saçlarımda olan elini çekmesi için başımı sallayıp gözlerimi kapattım. Bir adım geriledi.

"Sorun ne?"

"Sorun ne mi? Sorunu sana anlatayım. Arkadaşımla sadece bir akşam yemeği yemeye giderken en mutlu olmam gerek günde kaçırıldım. Hiç bilmediğim bir yerde tek başımayım. Psikopatın teki gelip elime kızgın bir demir bastırıyor ve lanet olası çok acıyor." devam edemeden yaslandığım duvarın önünde dizlerimin önünde çöktüm. 

"Sanırım annemin ne hissetiğini şimdi anlayabiliyorum. Sorunu sana anlatabildim mi ?"

YeniHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin