hiçbir zaman sıradan bir gün deyip geçemiyorum.
içimin tam ortasına konmuş bir ateş var. ateş beni de, düşüncelerimi de, bahsettiğim kalabalıkları da yarıyor, yakıp geçiyor. ben yapamıyorum. salonda şöyle öğleden sonra, kuşların nazlı cilveli şarkılarını okuduğu, dışarıdaki ağaç dallarının rüzgarda salınan perdemizin arkasından bize gölge oyunları oynadığı bir vakitten zevk alamıyorum. çünkü vantilatör: VIN VIN VIN VIN. geçen ay keeho yaptıracağım dediği halde yaptırmadığı için su damlatan gider borusu: ŞIP. ŞIP. ŞIP. ŞIP. yıl iki bin yirmi dört olsa da, hepimiz işini eline almış olsa da, yine birbirimize girip, metroyla bir durak ötede kocaman elektronik mağaza varken tanıdık abinin dükkanı var diye gittiğimiz avm'den aldığımız dandik tüplü televizyonun çıkardığı çıtırtılar: ÇIT. ÇIT. ÇIT. üst katta çocuklarını okul gezisine götürme telaşındaki aile- bunların yaptığı sesleri anlatacak mecal bile yok beyin damarlarımda.
ama içimdeki ateş bunlardan değil. hayatı böyle şeylerle ben kendime hep zorlaştırır ve bunun farkına varmam, sonra da hayatın kendisine kızarım. ama ateş bundan değil. tam da böyle sıcak bir öğlen, vantilatör yetersiz diye perdenin arkasından hafif açtığımız pencereden esen yavaş rüzgara, tepedeki güneşe, kısık sesli televizyona, keeho'nun ocaktaki yemeğinin gelen fokurtu seslerine, bütün her şeye rağmen, işte gelip benim bir santim ötemde, tam olarak solumda oturmuş; sanki tarçınlı kokusunu odaya girdiği andan beri almıyormuşum, ya da ekrana baktığım halde gözlerimin kenarıyla onun kahverengi kıvır kıvır saçlarına, parlak birer misket gibi diziyi izleyen gözlerine, yaz kış yanık olan tenine odaklanmıyormuşum gibi yanımda duran hwang intak.
yok, yapamıyorum. içimde büyüyen, yumru olarak boğazıma yerleşen, ve de yerleştikçe beni ve zaten varolan hazımsızlıklarımı iyice çaresiz bırakan bir ateş var. keşke dışımda olsaydı da gecelerce yataklara düşseydim. ama biliyorum, yataklara düşsem kim evde tamirleri yapardı? kim matematik sorularını çözerdi? kim gazeteyi dürüp sinekleri öldürürdü? kim düzensizlikleri uyarırdı? işte bu yüzden tanrı dedi ki, ateşlerle yataklara düşmek yok bedavadan. sen doğduğunda bile içine ağlamışsın. şimdi de içine içine yanacaksın.
"az öteye gider misin?" diyorum. "böyle sıkışıyoruz. hem yer de var."
KOCAMAN KOLTUK intak. az öteye git ne olursun. zaten kalbim hayalimdeki devamlı varlığından sıkışıyor, bir de vücudunun sıcaklığıyla sıkıştırma çelimsiz bedenimi.
"neden ki, yakın oturamaz mıyız...?"
al işte. sabahtan beri içimdeki yumruyu, hades'in toplarından biri gibi içime düşen ateşi anlatıyorum, ve bu çocuk bana yine kaşlarını büküyor, parlak gözlerindeki hayal kırıklığıyla bakıyor, dudaklarının ucu şaşkınlıkla aşağı kıvrılıyor, içgüdüsel bir defansla yastığın ucunu sıkıştırıyor parmakları, ve benim bunları bir saniye gibi bir sürede fark etmeyeceğimi sanıyor. ben ne anlatıyorum burada sevgili intak? anlasana, sana böyle davranmam lazım.
"otur... otururuz, ama ne, ne gerek var...git işte öteye intak." hazımsızlığım dilimden dışarı çıkmaya çalışınca meşhur kekelemem geri dönüyor.
yüzünü asıyor, dudağını büzüyor, ve bir hışım gidiyor ileri. koltukta ileri gitmiyor, doğru okudunuz, ileri gidiyor; ve benden gidiyor. içimdeki ateşi de, yumruyu da kaale almadan, varlığımın bütününü avcunun içine aldığını tescilleyen ve o 2003 ispanya-güney kore dünya kupasından daha çok sineye çekeceğim bir şey yapıp iyice yaklaşıyor bana; bacağıma yapışıyor bacağı, kot pantolonunun eskitilmiş kumaşının altında kasılan bacak kaslarını, tişörtünün sardığı omzunu, çatıdaki güneş enerjisi panelinden daha sıcak kolunu hissetmiyormuşum gibi, hatta öğlen sıcağının hepsi o panel gibi vücudunda toplanmış ve o bütün sıcaklık soğuk olmayı seven pamuk cildimi işgal etmiyormuş gibi, bana sokuluyor. ve ben, ben ki fiziksel temastan nefret ettiğimi kuzey koredekiler bile bilir, ben boğuluyorum, ama ateşin düştüğü yer tam olarak bu sırada HAH, İŞTE OLDU diyerek üst kattaki çocuklardan daha hızlı zıplamaya başlıyor. sanırım beni dört buçuk aydır gece uyutmayan gerilim tam olarak da bu.
intak'ın dalgaları arasında boğulurken karadan uzaklaştım sanıyorsunuz. ama benim dikkatim böyle bir anda bile dağılabilir. biz sessizlik içinde (ve beynimin kalabalığı) televizyon izlemeye devam ederken kapının kilidinin sesi geliyor. keehodur kesin, yemeğe bakmaya kendisinin döneceğini, bize (nedense) güvenmediğini söyleyerek çıkmıştı dışarı. hatırlıyorum, saat 12:45 sularındaydı. daha bir saat dolmadan (kırk dakika sonra) hakikaten de geliyor, ve kapının açılma sesine golden retriever türü köpekler gibi koşarak gidiyor intak. kaşlarım çatık, ki her zaman çatıktırlar, televizyonu izlemeye devam ediyorum. oysa nefret ediyorum bu diziden. sıcaktan da nefret ediyorum. yazdan da nefret ediyorum, kalabalık olan şehir sokakları daha bir gürültülü oluyor çünkü. beynimi hatırlatıyor.
kalabalıklardan da nefret ediyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
kalabalıklar, jintak
Non-Fictionkafamın içinin kalabalıklarını, sarmallara sarılıp beni bitiren intak'ı, intak ve kalabalıklar ve içimi anlatacağım size. | choi jiung x hwang intak | | bu kitaptaki noktalama ve yazım kuralsızlıkları kastidir.