girişken bir önsöz ya da önden bir giriş sözü.

34 2 0
                                    

kocaman beynim sessiz ağzımdan daha kalabalıktır.

kalabalık olan şey budur. evet. çözdünüz hikayeyi. bu hikayenin kazanımı size kadıköy gibi bir semti, ve de onun tıklım tıklım sokaklarını, vızır vızır arabalarını, ağzına kadar dolu kafelerini, bağırışan satıcılarını anlatmak değildi. asıl beynimin kıvrımları sokaklar, ve de nöronlarım sokaklarda gezen arabalar, sütçüler, midyeciler, kahveciler; ve de bu satıcıların bir noktadan bir noktaya taşıdığı hayat denen şey beynimdeki düşüncelerdi. düşüncelerim birbirinin peşi sıra beynimin etrafında bir sarmal kurar, sarmal beni çepeçevreledikten sonra çıkmak için gözlerimi denerdi önce. cık, olmadı: miyop yaptınız beni giderayak. kulağımdan çıkmayı denerdi o zaman: kulak içi sıvının dengesini bozdunuz, vertigom tuttu. 'e bir de ağzını deneyelim?' işte o hiç olmaz. bir cümle söylediğim her yerde kapı dışarı edilirdim.

her hastalığın, hatta her şeyin başı hazımsızlıktı. hazımsızlık mideye zarar verirdi. hazımsızlık vardı ki, toplumlarda kendini ifade edemeyen kişi kağıda kaleme, tuvale, sahneye atardı kendini, onu hiç anlamamış olan toplum bu kez gişelerde konserlerde alkış tutardı. hazımsızlıktı varlığımın özeti; çocukluğumdan beri "oğlum, senin lafların sivri" cümlesiydi beynimde yankılanmış, bütün sarmalları içeri tıkmış olan. konuşamadığım için belki şu şehirde beni anlayacak elli insan olsa bile içime tıkacaktım her şeyi, ve hazımsızlık benim gerçeğim olacaktı. yaşamının üstünde kocaman bir 'yaşanmamışlık' başlığı olması insanın, ne de büyük haksızlıktı.

size büyük aşklarla, dudak uçuklatıcı kurgularla, ya da yarını ve ödenmemiş faturalarınızı ve de enflasyonu ve hatta ölümü unutturacak komedilerle gelmeyi ne de çok isterdim şu yazılarımda. ama yapamadım, yine kendimi yazdım; yine şakalarımı azarlayan annemin ve yüzüme bön bön bakan çevremin ve benden umudu kesmiş terapistimin acılarını sineye çektim, hazımsızlığım bir bardak tuzlu suya bile kafa tutunca oturdum köşeye, dışarıdaki sokak lambasına baktım baktım yazdım size.

bu kez ne yazacaktım? hiç gitmediğim ülkelerdeki kuleleri mi? daha evinden çıkamayan ben, choi jiung, size avrupalı bir dedektifin gününü mü sunacaktım? veyahut hiç inanmadığım masalsı hikayelerden birindeki bir prens mi olmak lazım gelirdi? 'hayat güzel değil, bari okuduğumuz kalbimize bir kuş gibi konsun' dersiniz bilirim, ama gerçekliğin en güzel şey olduğunu, dolayısıyla gerçek olan hayatın en makbulü olduğunu kanıtlamaya yemin etmiş gibi ben; size kalabalık semtimizde, dar dar apartmanların yan yana dizili olduğu sokakta, o sokaktaki apartmanların birinde, daracık, havasız, gri dairemizde ev arkadaşlarımla geçen hayatımızı, ve de bütün acılara ve zorluklara rağmen yeşeren bir saksı petunya gibi istikrarla büyüyen ev arkadaşlarımdan birine olan aşkımı yazdım. çünkü böylesini yazmak lazım gelirdi. çünkü içimi karıştırdım karıştırdım, ne yaptımsa da annemin ve öğretmenlerimin ve toplumun ve medyanın ve sıkıcı-eğlenceli her şeyin koyduğu kilitleri zor bela kaldırınca, yine de bir tek bunu bulabildim.

kalabalıkların içindeki en büyük hazımsızlığım olan hwang intak'ı.

kalabalıklar, jintakHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin