tavanlarla muhabbet.

4 0 0
                                    

ben bir şeylere kulak misafiri olmayı sevmem.

direkt dinlerim.

beni anlamadığın beşinci bölüm olacak bu okur. fakat düşündüğün kadar anormal değil bu durum. zira ben koridorda, ya da odamda, ya da herkesin tozlu diye çıkmaktan çekindiği dolabın üstünü temizlerken, kısacası işlerimle hemhal olurken, ismimi biraz öteden kısık sesli bir konuşmada duyunca kulaklarım bir tazınınki gibi gerilir. dikkatim tamamen oraya gider, ve bu kez hakkımda ne konuşuluyor diye elim kulağımda (ufak bir kelime oyunu) dinlerim.

kendi iç dünyası karışık olan ve bu iç dünyada boğulup giden birine göre insanların hakkımda ne düşündüğünü fazla umursuyor olmalıyım. ya da belki de ben ev arkadaşlarım hiçbir zaman yapmayı istemiyor diye dolabın tozlu üstünü temizlerken onların hakkımda konuşmasını kaldıramıyorum. bu iki seçenekten biri kesin, kesinlikle. ama neden her zaman arkamdan konuşulanların kötü olacağını düşünüyorum? ben hep öyle umduğum için sanki beni haklı çıkarmak istercesine kötü şeyler söyleniyor. ya da belki de hep kötü şeyler söylendiği için ben karamsarlaşıyorum. bilmiyorum, artık bilmiyorum.

"jiungla yalnız kalabileceğinizi bilsem yatıya giderdim de..." keeho'nun derin bir nefes vermeden önce söyledikleri yankılanıyor. temizlik bezini elimde sıkmışım, dengesiz puftan düşmemek için dolabın kenarına tutunurken dinliyorum mutfaktan gelen sesini.

"neden kalamazmışız ki?" intak meraklı bir sesle soruyor. o yumuşak, iyi niyetli sesi. yırtılan ipek gibi merakla şakıyor adeta. onun yüz ifadesini hayal ediyorum. kaşları hafif kalkmış, soran dudakları öne çıkmış olmalı. ayakta mı duruyordur? yok, en başında bir şey yemeye gitmiştir mutfağa kesin. keeho ayakta konuşurken intak ekmeğe çikolata sürüyordur masada, evet bundan yüzde seksen beş eminim.

fakat ben bunları düşünürken dururlar mı, konuşma devam ediyor tabii. keeho duraksıyor sanki. "yani... siz, ne bileyim, birbirinize karşı bir tuhafsınız."

intak bir şey demiyor.

KONUŞSANA INTAK. EVET? TUHAF MIYIZ? NEYİZ, NE DEĞİLİZ? TAM OLARAK BU ANDA SUSUYORSUN.

ben stresimle başa çıkamayacağım. hırsla dolabın üstünü silmeye başlıyorum tekrar.

"en başta birbirinizi çok tanımıyorsunuz diye alışma sürecindesiniz dedim. ama artık neredeyse bir yıl oldu siz halen bir uzaksınız. hayır bir sorun olsa bana gelip anlatırsınız sanıyorum, ama ikiniz de bir şey de demiyorsunuz!" keeho gülüyor, bir şey komik ya da şaşırtıcı geldiğinde yaptığı gibi fark etmeden sesi yükseliyor. ama o sırada onun sesi bile mutfaktan değil de çok, çok uzaklardan geliyor bana, çünkü bir şeyi hatırlıyorum. belli belirsiz, o saçlarımı kuruttuğum - kuruttuğumuz - akşamı, o uyuşuk dakikaları, intak'ın yüzümü keşfeden yavaş parmak uçlarını hatırlıyorum.

sarmallar nefes borumdan kalbime, kalbimden mideme ince ve uzun bir yolu sıkıyor. nefes alamıyorum. temizlik bezini hızla dolabın üstünde gezdiriyorum.

intak. intak'ın işi bu. bir gün içimdeki sarmalları da onun kontrol ettiğini öğreneceğim diye ödüm kopuyor. dolabı daha da hızlı silmeye başlıyorum.

"bence bir sorun yok, biz baş başa kalabiliriz. sen git eğlen keeho hyung."

dengemi kaybediyorum.

hayatta öyle anlar var ki, böyle hikayelere yazılacak, filmlerde gösterilecek türden değil sevgili okur. mesela ağlarken güçsüzce yere kendini bırakıp tam o çöküş anında yerdeki halının motiflerine baktığın bir an vardır. ya da birinin cenazesine gidince insanların komik yüzlerinin veya değişik cümlelerinin detaylarına kapıldığını hissettiğin. ya da yere düştüğün halde kalkmayıp tavanla bakıştığın, ve tavana gün içinde ne kadar az baktığını fark ettiğin. ben şu an tam olarak bu üçüncüsünü yaşıyorum.

düşüşümün ani gürültüsünden ya da yere düştüğüm gerçeğinden ziyade, hızla bana doğru geldiklerini hissettiğim intak ve keeho'nun ayak sesleri geriyor beni. oysa ben az mı az bir hasar almış, yalnızca tavanla bakışıyordum.

bir de üçüncü sınıf komedi filmlerindeki gibi, yanıma ilk gelen kişi intak oluyor. endişeli gözleri yüzümde gezindiğinde o hep kaçındığım kahvelere dikiyorum gözlerimi. ve sormak istiyorum, belki de soruyorum: nasıl? nasıl böyle bir özgüvenle 'biz baş başa kalabiliriz' dersin? sanki 'biz'den haberin yokmuş gibi. sanki biz nasılız, yanımızda kimseler yokken aramızda ne büyük bir sır paylaşılmaya devam ediyor, bilmiyormuşsun gibi. şu an endişeyle bana eğilmiş yüzün de, bütün varlığın da bana bir tehdit değilmiş gibi konuşuyorsun intak. her şeyi yok sayıyorsun.

kendi kendimden bıkıyorum. yavaşça bakışlarımı tavana çeviriyorum.

"başını yere sert çarptı da aklını kaybetti herhalde." keeho'nun sözlerinden sonra bir sessizlik oluyor. intak'ın boğazından ufak bir gülme kaçıyor, ardından kararsızca parmaklarını tişörtüme yaklaştırıyor. parmak uçlarıyla artık bir muhabbetim var, o yüzden onları hissedince anlıyorum direkt. "ondan değil, jiung hyung böyle işte."

gözlerimi açıyorum. acele etmeyin, kimseye öyle dönüp bakmıyorum hemen. tavanla muhabbet ediyordum o kadar, öyle hemen satamam. yıllarca insanların dağlara, derelere anlattığı mevzuyu ben tavana anlatmayı deniyorum. ne yapacağım ben bu evde? ne olacak şimdi?

birkaç dakikayı bana nasıl yardım edeceğini bilemeyen intak'ın kararsızlıklarıyla geçiriyoruz. en sonunda keeho'nun sabrı taşmış olmalı, gelip elini uzatıyor bana, ve dokunulmayı sevmesem de intakın anlayışlı irislerinden çok farklı bakışlar var karşımda. "şu elimi tutup kalkacaksın." diyen. keeho'nun elini tutup kalkıyorum ayağa.

"özür dileriz hyung..." bu çocuk adama cidden ülke taşındırır. yahu ben kalkmışım ayağa, senin bakışlarını ve sıcaklığını geride bırakmış yürüyorum. benden neden özür diliyorsun intak? sesin öyle küçülünce, yumuşayınca, ben aklımı kaçırıyorum. ama sen bunu da bilmiyorsun.

"neden?"

"sana yardım etmeliydik. zaten hep zor işleri sana kilitliyoruz, bir de bünyen hassas..." intak'ın sesi yine çatallanıyor.

duruyorum.

hiçbir şey umrumda değil. mesela yanımda yürürken neden durduğuma şaşırıp bana bakan keeho. ya da açık camdan gelen korna sesleri. oturma odasında izlenmediği halde televizyonun açık olması, üst komşunun yine zıplayan çocukları, eski asansörün gürültülü kapı kapanışı, şu an hiçbir şey umrumda değil. gerçekten böyle bir anda, ben bile yere düşmemi umursamamışken kendini suçlu hissetmiş ve özür dilemiş olan intak'ın sesi çatallandı mı diye arkamı dönüyorum. gözlerim keskin, o kadar keskin ki değmeye çalıştığı kahve irisler kaçıyor onlardan. gerçekten de sesinin çatallanışından doğru sinyali almışım, zira intak'ın gözleri dolu.

hayal gördüğümü sanıyorum. içinde beni barındıran herhangi bir meselenin onun gözlerini doldurmasına anlam veremiyorum. ve işte tam olarak o an, vücudumun her yerinde karıncalanmalara yol açmak için tenimi zorlamaya başlamış olan şu meşhur sarmallarım bir de beynimi sıkıyor. beynime söylettiği cümleler şunlar oluyor: İNANMAYASIN SAKIN, ROL YAPIYOR. INTAK ROLCÜDÜR.

yoruldum. bütün bunlar yorucu. belki de çarpmanın etkisiyle belki de değil, başımın her zamankinden kolay ağrıdığını hissediyorum. "sorun değil intak, düşünceliliğin için teşekkür ederim," gibi telesekreter kalıplarından bile daha klişe ve can sıkıcı bir cümle söylüyor, sonra biraz uzanmak için odama geçiyorum.

bugünün başlığı 'tavanlarla muhabbet' olsa gerek. zira bir tabut kadar küçük yatağımda uzanmış, boyanın çatlamaya başladığı duvarla bakışıyorum bu kez. "bir şey yapmalısın," diyor duvar. hakikaten de konuşuyor benimle, siz varsın delirdim sanın. "bir şey yapmalı, ve bu yangına son vermelisin."

hmm. benim ne yapacağımı zaten biliyorsunuz.

gözlerimi kapatıyor, nefesimi tutuyorum. ve düşünceler havuzunun içine bırakıyorum kendimi.

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Aug 17 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

kalabalıklar, jintakHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin