buğulu ve yankılı, bozulmuş gibi gırtlaktan gelen, kaba bir sesti.
"aranızdan biri içten bir yakarışta bulundu, bundan böyle başka bir gerçekliktesiniz. bu, ilahi düzenin size bir lütfudur."
lancelot kendine gelen makineyi kurcalamaya çalışsa da mesajın nereden geldiğini asla bulamadı. gusion pes etmiş hâlde kendini yere atarak gerindi, ağrıları sinir bozucu bir seviyeye ulaşmıştı.
"anlaşılan ışığın lordu ashura'dan fazlasına sahip."
"ya da moniyan bizi eruditio'yla ortak yürüttüğü bir tür deneyde kullanıyor."
"büyülere ve ilahi şeylere olan inancın benimkinden daha derin olmalıydı, oysa benden çok inkâr ediyorsun."
yattığı yerden rahat durmayan ayakları lancelot'un bacaklarıyla oynuyordu. oğlan yüzündeki düşünceli ifadeyle kafasını yavaşça eğdiği yerden kaldırıp ona baktı ve bacaklarını sert bir hareketle açtı. gusion'ın halıya düşen ayakları tok bir ses çıkarmıştı.
"sana inandırıcı geliyor mu, sırf şu makine bizimle konuştu diye ilâhi bir mesaj mı aldık sence?"
"illa rüyalarına mı girmeliler?"
lancelot'un kehanet değeri taşıyabilecek rüyalar gördüğü doğruydu, genelde yorumladığı belli başlı birkaç şey asla sekmiyordu. rüyasında belli başlı şekillerde gusion'ı her gördüğünde oğlanın başına bir felaket gelmesi gibi.. o günlere nasıl gözünü açtığını yalnızca kendisi biliyordu.
"belki ona da girerler, hatta girmiş bile olabilirler. her mesajı alıyor değilsin sonuçta."
yeniden kaldırdığı buz gibi ayaklarıyla lancelot'un diz kapaklarına bastı. yatakta sakin sakin otururken sanki bunu bekliyormuşçasına birden ayak bileklerini kavrayıvermişti. yerde yatan oğlanın, ayaklarını elinden kurtarma çabasına bile fırsat bırakmadan kendine doğru çekti, halıda sürükleyerek ona yaklaşmasını sağladı.
"yanılıyorsun, ben her mesajı alıyorum yakışıklı."
"bırak beni sidikli!" anında kulaklarına kadar yanarken kaşlarını çatarak saklamaya çalıştı. lancelot hep en beklemediği anlarda böyle şeyler yapıyordu.
"o sidik değildi, sen de biliyorsun."
"bilmiyorum."
"hmm.." lancelot tuttuğu bileklerinden bacaklarını ayırıp araya girmişti. tatlı sesiyle mırıldana mırıldana oturduğu yerden inip üstüne çıktığında gusion kalbi patlayacak sandı. "birazdan öğrenirsin."
panikle ellerini oğlanın göğsüne koyup daha da eğilmesini engelledi. "dur, dur.." şimdiden nefes nefeseydi. "alucard gelmek üzeredir."
her ne kadar yüzünde memnuniyetsiz bir ifade belirse de, lancelot sözünü dinleyip durdurduğu yerde kalmıştı. "en azından sarılalım?"
cevap sessiz gibi görünse de ellerini hafifçe indirmesi teklifi kabul ettiği anlamına geliyordu, lancelot beklemeden üzerine kapanıp sarıldı. evet, gusion farklı görünüyordu ama her nasılsa gözlerindeki siyahlığı bile garipseyememiş, aksine çok yakıştığını düşünmüştü. ona yerde kendi hâlinde yatarken biraz bakınca da kanı kaynayıvermişti.
ne zaman bu genci bir saniyeden fazla inceleyecek olsa kanı kolayca kaynıyordu zaten.
kendini tutamayacağını fark edip çabuk bir öpücüğün ardından ayaklandı. odayı biraz daha karıştıracaktı, bir şekilde eline gelen her şey ilgisini çekiyordu. gusion'sa yattığı yerden onu izlemeye devam ederken ağrılarının biraz hafiflediğini fark etti.
bir süre sonra lancelot da onunkine benzer bir makine bulmuştu. "işte," dedi coşkuyla. "benim de bir aletim var!"
"hemen kurcalayalım!" gusion merakla yerinden hopladı ama çalan kapı rotasını değiştirmişti. gelenler beklenen kişilerdi.
granger alışkın oldukları baygın bakışları ve değişmeyen saç tutamıyla ilk içeri giren oldu. burayı onlardan iyi tanıyormuşçasına ayakkabılarını çıkarıp bir dolaba koydu. arkasından gerginlikten dümdüz duran yüzüyle alucard girdi. sanki önemli bir davete gelirken yolda karısıyla kavga etmiş bir adam gibi, oldukça memnuniyetsiz duruyordu.
merhaba bile demeden üstündeki ince gömleği sıyırıp "bu yara nasıl oldu gusion?" diye sordu.
"arenada iblislerden biri balta savurmamış mıydı? sapını tuttuğun için çok vurmadı ama, zaten zırhlıydın."
"bu morluğun balta darbesi olduğunu kör nenem bile iddia etmezdi. bruuuh, adam yiyecekseniz üstüne daha çok düşünün bari."
"ne diyor bu?" gusion elini anlamadığını belirtircesine salladı. "konuşmasına ne olmuş?"
"SABAHTAN BERİ BÖYLE!" alucard dayanamayıp patlamıştı. içeri girerken dişleriyle birlikte burun kemerini de sıktı. çok geçmeden kendini hemen toparlayıp sakinleşti, derdini yeniden anlatmaya çalıştı. "anlamadığım daha bir ton şey yaptı. buraya kendi kendine giden iki tekerlekli bir çubuğun üstünde geldik. büyülü mü diye sorduğumda hayır diyor, o zaman nasıl kendi kendine hareket ediyor? bruh." son kelimesinden sonra çıldırmış gibi sessizce güldü.
"o şeylere ben de hayatım boyunca binmedim, sen acele ettirdiğin için bulduğum bir çözümdü. motora binmeyi reddettin."
"çünkü ne olduğunu bilmiyorum."
"yine başlıyoruz.. biraz su alacağım ben."
"dur birlikte çıkalım." lancelot arkasını dönen granger'ı omzundan yakaladı.
"nereye?"
"nehre gitmiyor musun? ya da kuyuya? burada hangisi yakın?"
"offf, yordunuz beni." derken ters ters baktı granger. ona ısrarla kötü bir şaka yapıldığını düşünüyordu. "gerçekten geldiğimde kesmiş olun."
arkadaşı arkasını dönüp gittiğinde "testide falan var herhalde.." diye mırıldandı gusion, şaşkınlıktan eli bir an havada kalmış lancelot'u teselli etmek ister gibi kolunu okşamıştı.
"ne yapacağız? hayatımda ilk kez ona vurmak istiyorum. beni asla dinlemiyor.." söylediklerinden saniyeler sonra pişman olmuştu alucard. ona vurmaya yeltenip elini kaldırdığını ve granger'ın ürkerek kafasını kendine çektiğini, kolunu kendini savunmak için havaya kaldırdığını hayâl etti. "sorunu çözmeliyim."
o sırada granger "brocum," diye bağırdı içeriden. "az önce son bananayı aldım."
alucard yüzünü ellerine bastırıp ağlamaklı bir ses çıkardı. sevgilisine ne olmuştu? "hemen," diye tamamladı sözünü. hemen çözmeliydi yoksa çıldıracaktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
5 seconds till the enemy reaches the battlefield
Fantasylightborndan normal hayata zıplayan karakterlerim üzerine taşşaklı (in both ways) bir kurgu