Uzun uğraşlarım sonucu ortaya çıkan şarkıya beğeniyle baktım. Sanırım bu, bugüne kadar yazdığım en güzel şarkıydı. Bir yandan da, dehşete düşmüştüm, desem yalan olmazdı.
Sözler... Bunca zaman, kalbimi yalnızca onlara döktüğümü düşünmüştüm. Eğer bu doğruysa, ona hala aşıktım. Onu unutamıyordum. Ve korkunç bir acı hissediyordum içimde; sanki biri kalbimi parçalıyormuş gibi. Onu eziyordu.
Kalbimizle aşık olmadığımızı öğrendiğimde çok küçüktüm, çikolatada da olan endorfin hormonu, beynimizle salgılanarak aşık olmamızı sağlıyordu. Yani beynimiz sayesinde aşık oluyorduk. Kalp neydi ki; sadece kan pompalayan organ. Beynin önüne geçebilir miydi?
Yaşam, aşkı yenebilir miydi?
Sayfaları yırtmak için davrandım ama çoktan sözlerim hepsi, unutamayacağım bir şekilde dilime yerleşmişti bile. İşte kendimi ağlamak için sıktığım o kadar andan sonra, ağlamayı en çok beklemediğim zamanda gözyaşları, beni tehdit etmek için hareketleniyorlardı. Yaşlar, damlalar halinde yüzümden akıp yatağımın ve deli gibi yırttığım sayfa parçalarının üstüne düşüyordu.
Tüm parçalar benden uzaklaşmak için anlaşma yapmış gibilerdi. Belki de aralık penceremin de etkisiyle, yatağımın diğer ucuna uçtular. Ama bir tanesi, kucağımda kalmak için ısrar ediyordu. Bu, bir notanın sadece kuyruğu olan üzgün bir parçası ve altında, tam zıttını iddia eden bir kelimeydi:
Happy.
Şaşkınlıkla açılan gözlerimden bir damla daha düşüşe geçti. Kısa bir şok yaşıyordum; nota ne kadar parçalanmış ve üzgün görünse de, kelime kendini öne çıkarmak için savaş veriyordu sanki. "Hayır, mutluyuz," diyen kendi sesimi duydum. Hafifçe doğrulup pencereden notayı tüm gücümle fırlatıp havaya karışmasını ve sonunda gözden kaybolmasını isterken, yüzümde tek bir ifade vardı. Mutluluğumu kaybettiğimi ve uzun bir süre geri alamayacağımın farkındaydım. Döktüklerim hüzün yaşı falan değildi, gözlerimden düşenler; parçalanmış hayal kırıklığımdı.
Hayal kırıklığı ağlıyordum.
***
Ertesi gün hasta numarası yaparak okula gitmedim. Annem şişmiş gözlerime bakarak bana inanmıştı, gerçekten de hasta gibi hissediyordum kendimi. Ağlamaktan başım ağrımıştı.
Gözlerimi kapatıp duvar tarafına döndüm. Ama uyuyamadım işte. Onun yerine, duvarı izleyerek düşündüm, düşündüm ve düşündüm. Şimdi beni aşağıda beklese ya da okula gittiğimde, onun da şişen gözlerini görsem rahatlar mıydım? Duygularımla oynayan birini affeder miydim?
Basitti, tabii ki affederdim.
***
Geçen bir haftanın sonunda, hala okula gitmekten çekiniyordum. Onunla karşılaşırsam ne olacağını bilmiyordum. Sonunda annemin defalarca ateşime bakıp hasta olmadığıma karar vermesi sonucu, sabahın köründe kalkmaya zorlanmış ve alelacele bir kahvaltı yaparak her zamanki gibi okula gitmeye hazırlanmıştım.
Bahçenin daha sakin olmasını beklerdim, benim hüznümü taşımasını istiyordum ama ısınan havaların etkisiyle herkes neşeli gibiydi. Voleybol oynayan kızlar, onlara tezahürat yapan başka kızlar, futbol oynayan erkekler ve bahçenin ortasında sohbet eden rastgele grupların sesi birbiriyle karışarak, mutlu bir koro oluşturuyorlardı. Uyumsuz ama kulağa hoş gelen bir koro.
Bahçenin bana en uzak kısmında, okulun o taraflarda, yine Rin ve Len'in kavga ettiğini görebiliyordum. İkisi de ufak tefeklerdi ama boylarından büyük, sevinçle atan kalpleri vardı. Onları izlemek, hatta kavga ederken bile, bana daima huzur verirdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Lie [Vocaloid]
FanfictionBoşluk üstüne boşluk. Artık ondan ayrı kalacak gücüm yok. Tek çare ölmek mi?