Yatağını titretecek derecede güçlü bir gök gürültüsü nedeniyle sıçrayarak uyandı Felix. Eli hemen alnına doğru gitmiş, hissettiği ağrı sebebiyle azıcık açabildiği gözleriyle camdan dışarı bakmıştı.
Londra büyük bir sis ve yağmur tabakası altında eziliyordu yine.
Hafifçe yerinde doğrulmaya çalıştığında iyice kendini hissettiren ağrı yüzünden kısıkça inledi. Birisi gözlerini çıkarmaya çalışıyormuş da başaramıyormuş gibi hissediyordu. Ta burnundan başlayan ağrı alnından tüm kafasına yayılıyordu.
Mutfağa gidip ağrı kesici almak o an için en mantıklısı gibi geldiğinden zorlanarak ayağa kalktı. Eli hala alnındaydı. Kapıyı açıp direkt olarak üst kata çıkmış, mutfağa ilerlemişti.
En üst kattaki mutfağı aslında mutfak denebilecek bir boyutta değildi ve zamanının neredeyse hepsini geçirdiği büyük alanla arasında duvar yoktu. Zaten üst katta banyo dışında oda bile yoktu, sadece kocamandı ve her şeye ait bir köşe vardı. Küçük bir tezgah ve küçük bir buzdolabı vardı sadece mutfak diye adlandırdığı yerde. Raf bile yoktu, tezgahın kenarına yaptırdığı ışıklandırmalı beyaz dolapları kullanıyordu. Ve aradığı ilaç da bu dolabın en üstündeydi.
Küçük hapı ağzına atıp sürahiden doldurduğu suyu içtikten sonra derin bir nefes verip tezgaha tutundu iki eliyle. Başını öne eğip kendine gelmeyi bekledi. Bu baş ağrısı normal miydi, tartışılırdı. Dün gece çok içmiş olmalıydı.
Şu an berbat göründüğüne de emindi. Muhtemelen siyah saçlarının her bir tutamı ayrı yöne gitmiş, mavi gözlerinin altı kırmızılaşmıştı. Beyaz teni de kollarından gördüğü kadarıyla solgun duruyordu.
Felix yavaş yavaş kendisini öldürüyor gibiydi. Psikolojisi öylesine dağınıktı ki fiziksel olarak tepki vermeye başlamıştı bedeni. Bu baş ağrısı ve miskinlik sadece içki yüzünden olamazdı.
Sonunda kendine biraz olsun geldiğini hissettiğinde kaldırdı kafasını ve çalışma masasının oraya doğru döndü.
Ve tam o anda gördü öylece oturan iki bedeni.
Hiç beklemediği için kalbi korkuyla çarparken kalçasını tezgaha yaslamış, hafif geri çekilmişti. Gözlerini açabildiği kadar açmış, karşısındaki iki bedene bakmıştı.
"Merhaba." diyen kişi diğerine kıyasla daha kısa olandı. Felix onu gördüğünden bu yana o kadar değişmişti ki bir an tanıyamamıştı.
"Neler oluyor?" dedi Felix şokla. Başındaki ağrıyı bile bir anlığına unutmuştu neredeyse.
"Seni korkutmak istemezdik fakat bir anda gelişti tüm her şey." diyen beden ayağa kalkmış, yanındaki de onun bu hareketiyle aynısını tekrarlamıştı.
"Uzun zaman oldu." diye konuşan Minho'ydu bu sefer. Neredeyse kırmızıya kaçan kızıl saçları ve yakıcı derecede kahverengi gözleriyle öyle değişik gelmişti ki Felix'in gözüne... Halbuki Felix Minho'nun hayatı boyunca asla saçını boyamayacağını falan düşünürdü.
İkisinin de gözlerinde değişik bir duygu okudu Felix. İki kahverengi göz de aynı değişik duyguyla bakıyordu kendisine. Hasret? Değil, belki özlem? Ya da sadece mutluluk?
Hiçbiri değildi. Felix'in beş yılda unutmuş olduğu bir duygu olmalıydı ki şu an anlayamıyordu.
"Niye buradasınız?" diye sordu sonunda şoktan çıkarken.
Aslında Jisung bir daha gelseydi, ya da karşısındaki kişiler Hyunjin veya Seungmin olsaydı bu kadar şoka girmezdi Felix. Çünkü onlarla hep yumuşak bir ilişkisi, kardeş gibi bir ilişkisi vardı fakat karşısındaki bu ikiliyle olan ilişkisi hep daha özeldi. Daha babacan, daha güven dolu...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
a little death.
FanfictionA Little Death by The Neighbourhood "Bir insan tüm hayatı boyunca en fazla 200 kez yalan söyleyebilir, daha doğrusu yalanlarını devam ettirebilirmiş. Ben birinci yalanımı söyledim sana Chan. Beyaz bir yalandı belki, doğrusunu bilmen bir şeyi değişt...