Gözlerini açtığında kendisini geniş koridorlarıyla karmakarışık görünen tünellerde bulan Sancar düşerken vurduğu kafasını tutarken bir yandan da nereden düştüğünü anlamaya çalışıyordu. Mağaranın karanlığından pek belli olmasa da gördüğü şeyin genişçe bir cam kubbe olduğunu düşündü. İlk başta gördüğü şeyleri hayal gücünün birer ürünü olarak değerlendirse de gerçek olduğuna kendini inandırmaya başladığı sırada içinde umutsuz bir kurtuluş isteği büyümeye başlamıştı. İlk olarak çevreyi tanıması gerektiğini düşündü ve zihnini toparlamaya çalıştı. Etrafı yer yer ıslak ve kaygan görünüyordu. İçerisi dışarının kutup soğuğunun aksine sıcacıktı. Terlediğini fark ettiğinde ıslak paltosunu çıkarıp çantasına yavaşça yerleştirdi. Ceketi onu sırılsıklam olmaktan korumuştu fakat yine de biraz ıslaktı. Gözlerinin karanlığa biraz daha alışmaya başladığı sırada sakince yürümeye başladı. Yürürken bir yandan da etrafını inceliyordu. Önünde adeta koyu karanlıkta bir yol oluşturacak şekilde dizilmiş parlak kristaller ve mantarlar duruyordu. Bir süre onları takip etmeyi seçti ve birkaç tanesini yerinden alıp çantasına attıktan sonra yoluna devam etti. Mağara oldukça sessiz ve rutubetliydi, duyduğu tek ses arada bir damlayan su sesiydi. Yıllarca herhangi bir insandan uzak yaşamış olsa da onu ne kadar korktuğunu o an anladığı seçilmemiş yalnızlıktan koruyan penguenlerinin yokluğunu yine o anda fark etti. Kendi adımları dışında hiçbir canlılık belirtisi duymamak onu epey geriyordu. Artık hayatına dair hiçbir umudu kalmamış olsa da onu savaşmaya devam etmesi için baskılayan bedenine sözünü geçiremiyordu. Umutsuzca yürümeye devam etti. Uzun tüneller geçti, geniş boşluklar gördü ve dar geçitlerde emekledi, devasa yer altı koridorlarında bir sağa bir sola dolanmaya devam etti. En sonunda vardığı yerin buraya düştüğü yer olduğunu tepedeki cam kubbeden sızan loş ışığı yeniden gördüğünde anladı. Üzerinden ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu fakat onunla birlikte buraya düşen balıklar çoktan çırpınmayı bırakmıştı. Bu zaten zihnini ele geçiren umutsuzluğun bedenini de ele geçirmesini hızlandırıyordu. Yorgun ve aç hissediyordu, hastaydı ve güçsüz düşmüştü. Çantasından yıllarını geçirdiği sıcak evinden çıkmadan aldığı birkaç kurutulmuş balıkları aldı ve yavaşça kemirmeye başladı. Bir defa ısırdı, umutsuzca boşluğa baktı, ikinci defa ısırdı, hüzünle evini andı, üçüncü ısırışında ise başının arkasında yoğun bir darbe hissetti ve yere yığıldı. Bu darbe acınası biçimde zayıftı. Bayılması için yetersizdi fakat bir anlığına afallamasına neden oldu. Daha arkasına bakmaya fırsat bile bulmadan göremediği bir şey ardından sıkıca bağlanıp yakalanmıştı. Korkmuş ve şaşkın bir ses tonuyla ona vuran şeylere seslendi. "Kim var orada? Bırakın beni!.." Kaptan Sancar bir süre bağırmaya devam etti. Onu yakalayan her kimse en azından yaşama dair bir iz bulmak onu heyecanlandırıyordu. Bir süre daha bağırmasına izin vermişlerdi ki ardından ağzını da sıkıca bağlayıp Kaptanın anlamadığı bir dilde bir şeyler konuşmaya başladılar. Sesleri çok yüksek çıkmayan fakat tiz ve belli noktalarda rahatsız edici olabilecek şekildeydi. Gözleri de bağlıydı bu yüzden sesin ona ulaştığı yüksekliği düşünerek konuşanların yaklaşık otuz santimetre uzunluğa sahip canlılar olduğunu düşünüyordu. Başını vurmasının üzerinden çok geçmeden beş çift küçük elin onu başlarının üstüne kaldırıp bir yere götürmeye başladığını hissetti. Çantasının kayışını da kesip çantasını ondan almışlardı. Bir süre tüneller boyunca birkaç küçük yaratık boyunca taşınmıştı ki koridorların her an daha da ısındığını hissetmeye başladı. Bir süre sonra adeta harlı bir ateşin içine sürüklenmiş gibi hissetmeye başlamıştı ki yolculukları sonunda sona erdi. Küçük elliler onlardan beklenmeyecek bir güçle Kaptanı sert bir şekilde bir duvara yığdılar ve yine anlayamadığı bir hızla onu ipten kelepçelerle aynı duvara kelepçelediler. Gözleri ve ağzı hala sıkıca bağlıydı fakat dışarıyı çok net duyamıyordu. Fakat başında duran iki kişinin anlamadığı o dilde onun hakkında konuştukları belliydi. Çok geçmeden bulundukları odaya sesi görece daha kalın olan bir başkası girdi ve yine anlayamadığı fakat tonlamaları ve vurgularının farklılaştığından farklı dillerde olduğu birkaç cümleyle ona seslendi. "Belo... XaRRar... Kşlari... Merhaba?" en sonunda anlayabildiği bir şeyler duyan Sancar mutluluğunu gizleyemedi. Duyduğu şey yüzeylilerin kullandığı ortak dilin hala kullanılmayan antik bir hali gibiydi. Fakat kırk yıldır duyduğu ilk anlamlı kelimeyi hiç beklemediği bir yerden hiç beklemediği bir şekilde duymak onu epey şaşırtmıştı. Karşısındaki gizemli kişi bunu fark etmiş olacaktı ki onun ağzındaki bağı çözüp onunla tekrar konuşmaya başladı. "Selam sana büyük ırklardan gizemli yabancı. Kimliğin geldiğin yer ve varış nedenini açıkla ve merhametimize sığın." Kaptan tehdit altında hissetmesi gerektiğinin farkında olsa da uzun zamandır onu anlamayan penguenlerden başka konuşabileceği birisiyle karşılaşmıştı ve bunun heyecanı onda daha baskın bir etkiye sahipti. "Sana da selam olsun gizemli tünel insanı, ismim Sancar'dır. Buraya kapıldığım bir fırtına nedeniyle yüzeyden istemeyerek düştüm. Size bir zararım dokunmaz." Gizemli varlık rahatlamış gibiydi. "Yeryüzünün dili burada çok yaygın kullanılmaz. Arkadaşlarımın anlayışsızlığını mazur görün. Bize zararın olmayacağını duymak da pek rahatlatıcı." Bu sözlerin ardından adam yanındaki iki arkadaşına yine kendi dillerinde bir şeyler fısıldadıktan sonra kaptan Sancar ne olduğunu bile anlamadan kendini bağlarından kurtulmuş halde buldu. Ve ardından karanlığa alışmış gözleriyle o loş ortamda onu izleyen üç kişiyi dikkatle süzdü. İkisi benzer giyimli iki küçük asker gibiydi Ortalarındaki ise yere kadar değen uzun sakallı oldukça yaşlı birisi gibiydi. Gördüğü anda onunla konuşanın o olduğunu anlamıştı. Boyları tahmin ettiğinden de kısa gibiydi. Küçük elleri ve ayaklarıyla oyuncak bebek gibiydiler. Yaşlı gibi görüneninde kırışıklığa dair hiçbir iz olmadığından yaşlı olup olmadığından bile emin değildi. Ortadakinin elinde parlakça bir taş iliştirilmiş bir kemik parçasından bir baston vardı. Diğerlerinde ise kısa fakat onların boylarıyla orantılı birer kemik mızrak vardı. Kaptan Sancar karşısındakileri tamamen gözlemledikten sonra aklına yatmayan bir şey hakkında içinden karşısındakilerin yeterince zeki olmayabileceklerini geçirdi. "Beni bu kadar kolay serbest bıraktıklarına göre oldukça saf olmalılar." Sonra sakallı olana hitap ederek konuşmasına devam etti. "Çok saygıdeğer toprak altı insanları, burası tam olarak neresi ve kime hitap ediyorum." Küçük insanların ortalarındaki yaşlı adam sakince yanındaki çakıl taşlarını yuvarlayıp bir küme haline getirdi ve üzerine yavaşça oturdu. "Biz toprak ahalisi değiliz koca mıcır Sancar. Bizler mıcır halkıyız. Yanankaya kayalıklarında yıllardır yaşamını korumaya çalışan antik ahalideniz. Kayalık halklarına görünmeyi çok sevmeyiz. Bu yüzden çabukça hareket eder hızlıca etrafta dolanırız. Her yıl yılda bir defa kutsal mavinin bize verdiği kuşları toplayıp o yılı geçirmek için saklarız. Bu yıl kuşların yanında kutsal mavi bize seni de verdi. Toprak ahalisi veya çataldillerden farklı olduğunuzdan arkadaşlarım seni buraya getirdi. Onların kusuruna bakma epey kaba olabiliyorlar. Ben onların lideri..." birkaç saniye duraksadı. "Sanırım yeryüzü diline çevirirsek Çakılsakal. Yeryüzü dili de diğer beş yüz dil gibi lider ailesinde babadan oğula liderlerce aktarılan geleneklerden bir tanesidir. Bu yüzden konuşmalarınızı sadece ben ve oğlum Tüfçakıl anlayabilir. Bu yüzden bir süre bizimle birlikte liderlik evinde kalabilirsin." Kaptan Sancar kral Çakılsakal'ın sözlerini büyük bir dikkatle dinledikten sonra hayal görmediğinden artık tamamen emindi. İçinde bulunduğu dar odadan dolayı olup olmadığını anlamadığı bir basınç ve sıcaklık onu iyice daraltıyordu. Yapacağı doğru hareketin ilk başta çantasına ulaşmak olduğunu hissediyordu. "Eşyalarımı geri alabilir miyim? Ayrıca yeniden yüzeye dönmem gerekiyor. Bana bunun için yardım edebilir misin?" Kral Çakılsakal uzunca sakalını sıvazladıktan sonra yanındaki adamlara kendi dillerinde bir şeyler söyledi be tekrar Kaptan'a döndü. "Onlara eşyalarını ana salona götürmelerini söyledim. Biz de oraya gidelim yolda senin yüzeye çıkman hakkında ne kadar yardım edebilirim onu konuluruz. Salona vardığımızda da oğlumla tanışırsın, eğer eve dönmüşse. Hem de acıkmış olmalısın bir şeyler yeriz." Çakılsakal oturduğu çakıl yığınından kalkıp dar geçitten yavaşça dışarıya süzüldü. Kaptan Sancar da zorla da olsa onun peşinden dar kapıdan çıkmayı başardı. Dışarı çıktığı anda gözlerine inanamadı. Merkezinde devasa bir yer altı volkanına sahip olan lavdan nehirler ve şelalelerle çevrelenmiş karataşların oyuklarında yaşayan onlarca mıcır insanı onu merakla izliyordu. "Yanankaya Mıcır krallığına hoş geldin!" Çakılsakal Sancar'ın şaşkınlığını görünce gülümseyerek devam etti. "İnanılmaz değil mi?" gördüğü inanılmaz taş oyması yapılar, devasa heykeller, dünyanın hiçbir yerinde görmediği duvar desenleri... baktıkça daha da detaylanan, şaşkınlığının yetmeyeceği eserler... Bütün bunları görmek bütün dünyayı gezip gördüğü yanılgısıyla yıllarca yaşamış olan Kaptan Sancar'ı derinden sarsmıştı. Dünya algısının tamamen yanlış olduğunu anladığı anda son kırk yılda ilk defa yaşadığı için mutlu hissediyordu. Fakat düşünmeden edemiyordu. Dış dünyadan bu kadar izole kurulmuş bu sıcak kayalığın halkındaki kral Çakılsakal nasıl oluyor da onun dilini diğerleri anlamazken bu kadar akıcı bir şekilde anlayıp konuşabiliyordu? Bu sorunun cevabını da çok beklemeden almıştı. "Bizim dünyamıza baktığında kendininkinden epey bağımsız ve farklı olduğunu düşünebilirsin. İlk başlarda gerçekten de öyleydi. Atalarımız yüzeyde bize benzer bir yaşam olduğundan habersizce üzerimizdeki tavanı sınır kabul etmiş ve hayatına binlerce yıl o şekilde devam etmişti. Yaşam ağacına ve kutsal maviye onları beslediği için dua etmiş yer mavilerine ise onlara su verdiği için şükretmişti. Fakat yüzlerce yıl önce, eski söylencelerin anlattığı hikayelere göre aniden toprak ahalisi dediğimiz halk yeryüzünden yanımıza indiğinde bize hayallerimizin üzerinde şeyler kazandırdılar. Fakat bir o kadarını da bizden aldılar. Şu anda gördüğün inanılmaz krallık hiçbir zaman bizim ilk yuvamız olmadı. Kutsal parıltının altında bambaşka bir medeniyetimiz cardı. Eski destanlar hep öyle anlatır. Bunu buradaki mıcır çocuklar bile çok iyi bilir." Ve boğazını temizleyerek destanın sözlerini kaptana çevirmeye başladı;