7

140 18 3
                                    

Elim ayağım öyle bir dolaşmıştı ki, ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Sanki dünya üzerime çökmüştü, nefes almak bile bir yük gibi hissediliyordu. İnsanlar fütursuzca etrafta koşuşturuyor, haykırışlar havada yankılanıyordu.

Gözlerim devasa çift kapıya takıldı; bazıları umutsuzca o kapıyı tekmeleyerek açmaya çalışıyordu, ama nafileydi. Yerler, avizeden dökülen cam kırıklarıyla doluydu; keskin, soğuk parıltıları gözlerimi kamaştırıyordu.

Kaosun ortasında, iki koruma yaralanmış bir halde, avizenin altından kıl payı kurtulmuş olarak soluklanıyordu.

Onların gözlerindeki korkuyu görmek, durumu yeterince anlatıyordu. Başka bir yerde, birkaç kişi hâlâ masanın altına sığınmış, yeni bir patlamaya karşı kafalarını çıkarmaya cesaret edemiyordu. Bazı ajusshiler öfkeden köpürmüş, tükürüklerini savurarak otelin yönetimine tehditler yağdırıyordu.

O devasa salon, bir anda dayanılmaz bir baskıyla dolmuştu; sanki her şey üstüme geliyordu. Kaos atmosferi öyle yoğundu ki nefes almak bile imkânsızdı. Sanki boğuluyordum. Yina’yı güvenli olduğuna inandığım bir köşeye, duvara yaslamıştım. Onun beti benzi atmış, titreyen vücudu gözlerimin önündeydi. Soğuk terler içinde sarsılıyordu; muhtemelen bir panik atak geçiriyordu. Onu orada öyle bırakmak istemezdim, ama yapacak başka bir şeyim yoktu.

Annemi çıkardılar sanmıştım, ama gözlerim babamı buldu. Babam, çaresizlik içinde annemi korumaya çalışırken, kapıya yakın masalardan birinin altına sığınmış, sessizce sinirle karışık bir şekilde gülüyordu. İronik geliyor olmalıydı durumumuz ya da kafasında çok farklı bir şey vardı.

Salondaki yüz kişi, bir anda binlerce kişinin ağırlığına bedel olmuştu. Kalabalık o kadar yoğundu ki dumandan göz gözü görmüyordu. İnsanlar birbirini ezerek kapıya doğru ilerlemeye çalışıyordu; oysa ben orada öylece donakalmış, olan biteni izliyordum.

Kalbim göğsümde çılgınca çarpıyor, korku tüm bedenimi ele geçiriyordu. Her nefes alışımda içimdeki panik daha da büyüyordu. Kendimi korumam gerektiğini biliyordum, belki diğerleri gibi bir yere sığınmam gerekiyordu, ama bedenim hareket etmiyordu.

Her şey bir rüya gibi geliyordu; ama bu rüya, sonsuz bir kâbusun içindeymişim gibi hissediyordum.

"Jungkook! Neredesin?"

Bu ses, bu tanıdık tını, bunca gürültünün arasında kulağıma bir hançer gibi saplandı. Zaman sanki bir anlığına durdu. Sesin sahibini tanımıştım. Bu, Yoongi’nin sesiydi. Anılarım, yaşadığım karmaşa, gururum, hepsi bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Ölüyor muydum? Kafamda yüzlerce düşünce aynı anda döndü, ama bir tane bile çıkış yolu yoktu. Her şey karanlık ve çıkmaz bir yola saplanmış gibiydi.

"Jungkook, kendine gel!"

Vücudum sarsılmaya başladı. Yoongi, omuzlarımdan tutmuş, tüm gücüyle beni sarsıyordu. Gözlerinin içine bakıyordum ama bir tepki veremiyordum. Şok geçiriyor olmalıydım. İçimdeki korku, kaslarımı taş gibi sertleştirmişti, oysa şimdi onun bu sert dokunuşlarıyla biraz olsun gevşiyordum. Ama hâlâ bir şeyler eksikti. Ben hâlâ buradaydım, ama değilmişim gibi hissediyordum.

"Lanet olsun, kendine gel artık!"

Yüzüme inen sert tokat, beni kendime öyle bir getirdi ki, o an bütün kaslarım gevşedi ve yere yığılmaktan son anda Yoongi'nin beni tutmasıyla kurtuldum.

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Nov 06 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

ANEMOİA |TK|Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin