17 Eylül, 2024.
Eskitilmiş Yaz - Geceler Şimdi.
Limonunu da sıktığım renk cümbüşü salatam artık yenilmeye tamamen hazır haldeydi. Yeşilden kırmızıya, kırmızıdan mora ve turuncuya kadar her renkten sebze vardı beyaz kasemin içinde. Güneş de tam karşımda batıyor, dalgalar hafif hafif vuruyordu kıyıya. Arada kumsala martılar konuyor, etraf sakin olduğu için de uzun uzun yürüyorlardı kumun üzerinde. Kasemi alıp denize doğru yaklaştım. Her gelen dalgada parmak uçlarımın da suyla temas ettiği bir noktaya oturarak salatamı yemeye başladım.
"Huzurunu bozmak gibi olmasın ya da olsun, gördüğüm en kötü ev sahibisin. Ben de açım!"
Olmuyor işte! O yokmuş gibi davranmaya çalıştığım her anım en fazla beş dakika sürüyordu. Görmezden gelmek de bir işe yaramıyordu, bir şekilde istediği cevapları almayı başarıyordu. Birlikte geçirdiğimiz beşinci saate giriyorduk ve ben ömrümde beş saatin bu kadar uzun olduğunu bilmezdim. Hiçbir zaman kolay sıkılan, vakti bol bulan biri olmamışımdır. Erken kalkmama rağmen gün benim için her zaman çok hızlı bitmiştir ama ilk kez gün bitmiyordu. Gözüm sürekli saatimdeydi ve yelkovanı bırak, saniye bile ilerlemiyordu. Sanki mayalar sadece takvimi değil, saatimi de durdurmaya çalışıyor gibiydi...
"Duydun mu beni, Tarzan? Çok acıktım... Zaten kahvaltı da yapmamıştım, uyandığım gibi yola çıktım sabahın köründe. Yetmezmiş gibi ıssız bir yerde yolda kaldım ve karşıma çıkan tek kişi de deccalin dünyadaki sureti! Başım ağrıdı tüm gün, bir kahve bile ikram etmedin. Su istedim, elinle denizi işaret ettin. O tuzlu, sidikli, kumlu denizden su içmemi önerdin resmen. Az önce senin yüzünden hayatımda ilk kez bir ağaçtan meyve bulabilir miyim acaba diye etrafı gözledim." Gözümü kızıl gökyüzünden ayırmadan hâlâ o yokmuş gibi davranıyordum. Arkamda söylenmeye devam etmesi hiç sıkıntı değildi, yavaş yavaş sesine karşı bağışıklık kazanıyordum. O kadar laf ebesiydi ki, onunla yarışamayacağımı kanaat getirdiğimden beri sadece sessiz kalıyordum. Sessiz kalmam cevap vermemden daha çok sinirini bozuyordu ve bu da pekâlâ işime geliyordu.
Ama keşke arkamda kalıp söylenmeye devam etseydi... Kendini duyurmak için önüme doğru hareketlenip manzaramı bozdu. Üstelik bunu yaparken bilinçli olarak da ayağıyla su sıçratmıştı üstüme. Yaptığıyla eğlenmesin diye sinirlenmeme rağmen ifademi bozmadım, hiç rahatsız olmamış gibi kıpırdamadan oturmaya devam ettim.
"Ben, ben! Göksel Ata Gençsoy! Dolabı açtığında istediği meyveyi dilimlenmiş, soyulmuş, çoktan tabağa koyulmuş şekilde bulan ben!" İsyanını bir de tiyatral bir biçimde, eliyle göğsünün ortasına vura vura anlatıyordu. Vah vah! Gerçekten çok acıklıydı. Oturup ağlardım belki, üç yaşında olsaydım... "Neyse ki, henüz o kadar delirmedim de ağaç tepelerine falan çıkmaya kalkışmadım..." Konuşmasını arkamda kalan ormana odaklanmış bir şekilde bitirdi. Zihninin içinde oradaki ağaçlardan birine çıkmanın görüntüsüyle savaştığına emindim çünkü şu an tamamen benden kopuk bir şekilde arkamı izliyordu. Artık zihninde nasıl görüntüler canlandıysa bir anda başını hızla sağa sola sallamaya ve tüm bu olanları unutmak için sudan çıkmış balık gibi çırpınmaya başlamıştı. Bir de, ormana bakarken gözlerini iri iri açması yok mu... Sanki ağaca tırmanmayı değil de, ayıyla boğuştuğunu hayal etmiş gibi davranıyordu. En sonunda haline dayanamayıp gülmeye başlayınca bakışlarını hızla bana çevirdi ve gözlerini kısarak yüzüme odaklandı.
"Anladım, sen duygularını ters yaşayan bir psikolojik rahatsızlığa sahipsin. Ağlaman gereken yerlerde gülüyor, gülmen gereken yerlerde de sinirleniyorsun." Gerçekten psikologmuş ve kesin bir kanıya varmış gibi bir de dudaklarını bükerek anlamlı anlamlı başını sallıyordu. Ne anladın Yurdagül acaba?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YILDIZLARIN KADRAJI
Novela Juvenil"Anıları madem tutamıyorduk, madem zaman akıp gidiyordu avuçlarımızın arasından, o halde bende anı hırsızı olurdum. Artık onları film şeritleri halinde dizebilir, sonsuza kadar saklayabilirdim."