Gözlerim yaşlarla dolmuştu, panikle kapıyı zorlamaya devam ettim ama sıkışmıştı. O anda ciğerlerim daralmaya başladı, nefes almakta güçlük çekiyordum. İmdat çığlıklarım yağmurun sesine karışıyor, kimseye ulaşmıyordu. Ellerim titriyor, başımdaki uğultu gittikçe artıyordu.
"Batu, lütfen... Lütfen uyan!" diye fısıldadım. Ama Batu hâlâ hareketsizdi. Arkamı tekrar döndüm, Melek’in yüzü kan içindeydi ve nefes alıp almadığını anlayamıyordum. O an içimdeki çaresizlik devasa bir boşluğa dönüştü. Her şey üstüme yıkılıyor gibiydi.
Dışarı çıkmam gerekiyordu. Ne olursa olsun birilerini bulup yardım çağırmalıydım. Diğer kapıyı denemek için hızla koltuğun üzerine tırmandım. Kapıyı ittim, bu sefer biraz oynadı. Kendi gücümle başaramayacak gibi hissediyordum ama bir yandan da içimdeki korku beni daha da zorluyordu. Sonunda kapı açıldı. Soğuk yağmur damlaları yüzüme çarpınca bir anlığına serinlemiştim, ama dışarı çıkmakla işim bitmemişti.
Ayaklarım titreyerek yola adım attı. Her yer karanlık ve boştu, tek duyduğum şey yağmurun asfaltta çıkardığı ritmik ses ve uzaktaki bir motor gürültüsüydü. O sırada, uzaktan bir araba farı göründü. Koşmaya başladım, hızla gelen arabaya doğru el sallayarak bağırdım:
"İmdat! Yardım edin! Lütfen durun!"
Araba yaklaşırken ben de güçsüz bedenimle yolda savruluyordum. Ne yapacağımı bilmeden, bu kabustan uyanmayı bekliyordum. Her şey bitiyor gibiydi ama yardım umudu hâlâ oradaydı...
Araba yaklaştıkça, içimdeki umut bir an yeşerdi. Farlar gözlerimi kamaştırıyordu, yağmur damlaları yüzümde hızla dans ederken, nefes nefese elimi sallamaya devam ettim. "Lütfen durun..." diye mırıldandım kendi kendime, kalbim göğsümden fırlayacak gibi atıyordu.
Araba nihayet durdu. Bir adam hızla dışarı çıktı, bana doğru koştu. Orta yaşlı, şemsiyesiz, üstü başı yağmurdan sırılsıklam olmuştu.
“Ne oldu? İyi misin?!" diye seslendi panikle.
"Arkada… Arabanın içinde arkadaşlarım var!" dedim, kelimeler ağzımdan zar zor çıkıyordu. “Kaza yaptık... Batu ve Melek... Onlar... Onlar hâlâ içerideler.”
Adam bir an bile tereddüt etmeden arabaya doğru koştu. Ben ise donup kaldım, bacaklarım ağırlaşmış, adım atacak hâlim kalmamıştı. Sanki bedenim bana itaat etmiyordu. Uzaktan Batu’nun başını direksiyonda hareketsiz görüyordum, Melek’in kanlı yüzü gözlerimin önünden gitmiyordu. İçimdeki çaresizlik gitgide büyüyordu.
Adam kapıyı açmaya çalıştı ama kapı sıkışmıştı. "Ambulans çağırmamız lazım!" diye bağırdı bana doğru. Kafamı salladım ama dilim tutulmuş gibiydi, telefona bile ulaşamıyordum. Adam hızla cebinden telefonunu çıkarıp bir şeyler söylemeye başladı. Sesler uzaktan geliyormuş gibi yankılanıyordu.
Yağmur hiç durmaksızın yağıyordu. Zaman, mekân her şey bulanıklaşmıştı. Adamın ne dediğini bile anlamıyordum, tek düşündüğüm Batu ve Melek’ti. Onlar hâlâ oradaydı. Sesim titredi:
"Batu... Melek... Dayanın, ne olur..."
Kısa bir süre sonra, uzaklardan siren sesleri duyulmaya başladı. Ambulansın kırmızı-mavi ışıkları yağmur damlalarıyla birlikte gözlerimin önünde parıldıyordu. Yardım geliyordu, ama içimde bir korku vardı; ya geç kalınmışsa?
Ambulans ve kurtarma ekibi hızla arabaya yöneldi. Birkaç paramedik ve itfaiyeci aracın etrafını sardı. Onların profesyonel tavırları bana biraz olsun umut veriyordu ama aynı zamanda içimde büyüyen o korku, giderek daha gerçekçi bir hâl alıyordu. Paramediklerden biri yanıma yaklaştı, elini omzuma koydu: