Bölüm 4

3 1 0
                                    

Bu bölümün şarkısı: M83/ Wait-

Dolabı açtığımda önümde kocaman bir sandık ve kıyafetler buluyorum. Sandık hasırdan, el yapımı çok belli ama çok da büyük. Kıyafetler... Onlar rengarenk çok canlılar sanki. Annemin olabilirler. Bunlar kimin bilmiyorum çünkü bu odaya hiç girmemiştim. Belki fark etmedim, belki de korktum. Bunları isteyip istememekten. Ellerimi kıyafetlerin üzerinde dolaştırıyorum. Hepsine bakıyorum anneminmiş gibi. Sonra gözüme bir kıyafet çarpıyor. Mavi bir elbise. Kısa kollu, buz mavisi rengi aynı onun gözleri gibi, oldukça sade ve düz. Ama diğerlerinden farkı var, etiketi hala üzerinde , giyilmemiş. Üzerinde tam boyun kısmında kurumuş kan lekesi. Bir desen gibi gözüküyor ama aslında kan. O da onu gizemli kılıyor. Sandığın, odanın bu elbisenin hepsinin kendi içinde bir sırrı bir gizemi var öyle değil mi? Onlar bizimle anılarımıza eşlik etmiş eşyalar. Elbise de neden kan var? Hem de giyilmemiş, tabi belki giyilmiştir. Gözüm elbiseden sandığa kayıyor. Belki bu gizemli elbisenin cevabını sandıkta bulabilirdim. Sandığı hemen dolaptan yavaşça çekip çıkartıyorum. Kilitli, en azından üzerinde kilit var. Kilitti biraz zorluyorum ve açılıyor. Ama sandığı açıp açmayacağımdan emin değilim. Ya geçmiş beni kırarsa, üzerse. Bunu istemiyordum. Ya annemi tanıdığım zaman ona yakınlaşmak yerine ondan uzaklaşırsam. Ya gerçek sandığım her şey yalansa ve bu sandıktaysa. Emin değilim. Gerçekler veya geçmiş önümde duruyor olabilir ve ben bunu görmek istiyor muyum?

Evet istiyorum, en azından ne kadar geçerse geçsin bir süre sonra su yüzüne çıkacaklar. Canımı acıtsalar bile belki onlar su yüzüne çıkana kadar geçer ve daha kısa sürer. Belki de bu kadar büyütmemeliydim. Belki içinden beni gerçekten mutlu eden ve gizemli elbisenin sırrını çözecek bir şey bulacaktım. Ah bu kadar düşünmeme ne gerek vardı açıp görmeliydim ne olduğunu. Ellerimi sandığın üzerine koyuyorum, kısık sesle sanki kendime anlatır gibi ondan geriye saymaya başlıyorum. On, dokuz, sekiz; ellerimi yavaşça kilide kaydırıyorum yedi, altı, beş... Kilidi kavrıyorum ve yerinden çıkarıyorum. Üç, iki, bir. Derin bir nefes alarak sandığın kapağını kaldırıyorum. Sandık... İçinde bir sürü poşet, defter, mendil, çeşitli koleksiyonlar, CD ler ve resimler var. Resimler her yere saçılmış bir kazadan arta kalanlar gibi. Hepsi farklı renk ve biçimde olan mendiller sanki bir şeyin devamı gibiler, yarım bırakılmış bir şeyin. Defterler hepsi birbirinin kopyası şeklinde üzerine cd ler yapıştırılmış, yarısı kopmuş deniz yıldızları ve midyeler... Bunların hepsi sanki çok dikkatli, düzenli bir şekilde yapılmış ama sonra bir şeyler onları kirletmiş, yıkmış, eskitmiş... Ve bu hale gelmişler, darmadağın olmuşlar. Poşetlerin birine uzanıyorum. Hepsi toz içinde her şey eski anılar gibi toz içinde bir sandığa kitlenmişler. İçinde mektuplar var, zarflar eski duruyor. Birazını elime alıyorum ve tarihlerine bakıyorum: *17 Kasım 1991 * 23 Kasım 1991 * 29 Aralık 1991 * 21 Mart 1992... Yaklaşık 24,25 yıl önce yazılmışlar ben doğmadan önce. İçlerini açıp okumaya cüret edemiyorum. Mektupları poşetin içine koyuyorum. Bu mektuplar kimin, annem ve babamın olabilirler ama onların özeli de olabilir. Poşetin ağzını düğümlüyorum ve tekrar sandığa koyuyorum. Acaba okusam mı? Üzerinden 25 yıl geçmiş notlar, anılar... Ama halen eski benliklerini koruyan duygular. Belki onlar için birer sırlar. Şimdi değil diyorum içimden. Daha sonra ama şimdi değil. Diğer poşetleri de karıştırıyorum ama hepsinde mektuplar var. Hepsinin tarihleri, yazı tipleri mürekkepleri farklı ve özel. Daha sonra diye hatırlatıyorum şuan onlara ihtiyacım yok ama bir zaman sonra olabilir. Poşetlerin hepsi sandığın dışında. Hepsini düğümleyip sandığa koyuyorum ki bir an gözüme bir şey takılıyor. Resimlerin altına gömülmüş bir defter. Ama bu defter farklı. Siyah deri kaplama ve üzerinde bir tane uzun kuş tüyü var. Kuş tüyünün arasına bir not yerleştirilmiş. Yazı okunmayacak gibi mürekkep akmış. Ama baktıkça netleşen bir yazı aslında. Notta: - Bu defteri yağmurun dinmiş olduğu, bulutların yavaşça güneşe yer verdiği, yaş toprağın kokusunun etrafta olduğu bir günde deniz kenarında ayaklarınıza vuran dalgalarla okuyun. Çünkü o zaman hissetiğiniz şey tam olarak yeni doğmuş bir bebek. Saf , temiz, narin, masum ve Dünya da ki geçmişi sadece saniyelerden ve bir damla göz yaşından oluşan bir bebek- Umay/1991- Umay... Annemin yazdığı bir defter. Saatlerce aradığım şey. Annemi aradığım ve belki bulacağım şey. Belki diğerlerini değil de bunu okumalıyım. Hem demek ki başkaları okusun diye yazmış çünkü neden üzerine o notu koysun ki? Veya gelecekteki ve şuan olmayan Umay'a yazmıştır. Bunu o kadar çok okumak istiyordum ki. Aslında korkuyordum bir yana. Ama annem onu düşününce her şey gidiyordu ve içimde bilmediğim bir his beni rahatlatıyordu. Notu kuş tüyünün arasına sıkıştırıyorum ve bir kenara koyuyorum. Sandığı şimdilik kaldırmaya karar veriyorum. Resimlere bakmak istiyorum ama karşılaşacağım şeyler daha çok yeni. Şok geçirmek istemiyorum. Elime kilitti alıp sandığı kilitliyorum ve dolaba tekrar yerleştiriyorum. Dolabın kapağını kapatıp içimden bir oh çekiyorum. Defteri yere koymuştum onu almak için eğiliyorum ki bir fotoğraf dışarda kalmış, defterin altında. Yere oturuyorum ve fotoğrafı alıyorum. Fotoğrafta salondayız, annem ve ben. Annem koltuğa oturmuş, kucağında ben varım. Koltuğun yanında pusetim var. Yerden başlayarak büyük bir cam var. Hava annemin anlattığı gibi görünüyor. yağmurun dinmiş olduğu, bulutların yavaşça güneşe yer verdiği, yaş toprağın kokusunun etrafta olduğu bir gün. Annemin gözleri... Çok boş, anlamsız sanki orada değil gibi. Ama bir yana yaş lı, şişmiş gözleri. Anlamıyorum farklı bakıyor. Rüyamda ki gibi değil, babamın gösterdiği fotoğraflarda ki gibi değil. Nefret, acı var gözlerinde. Bu bakışlar canımı yakıyor. Sadece fotoğraftan ibaret değil bunlar. Bunlar bir kağıttın arkasına gizlenmiş anılar. Bir şeye feryat ediyor gibi. Ağlıyorum. Gözyaşları nedenini bilmediğim, bilemediğim fakat çok derinden, içten gelen bir yangınla bana hücum ediyorlardı. O bakışlar sadece bir bakış beni kalbimden vuruyor. Çünkü annemi hiç bu kadar kötü görmemiştim. Sanki yavaşça ölüyordu. Ölüm yavaşça içine işliyordu. Dolabı açıp fotoğrafı içine atıyorum. Defteri alıp odadan çıkıyorum ve kapıyı kilitliyorum. Oysaki gece annemi keşfetmek için hevesliydim. Ama bunlar... Belki zamanı değildi. Defter elimde sadece dikiliyorum. Defteri göğsüme bastırıyorum sanki acıyı dindirebilecek gibi. Ama olmuyor işte. Bazen düşünüyorum da bu özlem beni daha ne kadar yakacak? Daha bilmediğim şeyler , onlar benim canımı oldukça yakarken gerçekler ne kadar acıtacak?

bAşLıKsIzHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin