♥♣ | 1.Bölüm

763 43 33
                                    

Merhaba! Hikayemde umarım bana destek olursunuz..

♥♣

Siyah ve beyaz fayansların üstünde siyahlara basmadan ilerlemeye çalışırken, bir yandan da tek ayakta duruyorum. Tamamen aptallıktı ama heyecan olmayan hayatıma heyecan katıyordum işte. Siyah, siyah, siyah.. Çizgiye bastım! Lanet ponçik! Sonunda vazgeçip normal bir insan gibi davranma kararı almıştım.

Sahi, şu 'normal insan' kavramını kim atmıştı ortaya? Standartları bu kadar benden uzak tutan kişi kimdi? Adamlar normalliğin çıtasını yükseltmişti resmen, normal olamıyordum onlar yüzünden. Her insan kendi çıtasına göre normal olamaz mıydı? İlla gerekiyor muydu ortaya atılan kavrama uymak? Normalliğin çıtasını yükseltirsek, anormal sınıfından çıkamaz mıydık?

Siyah fayansların üstünde dalmış, düşünüyordum. Normal olmak ve anormal olmak arasındaki ilişkiyi daha sonra düşüneceğime dair kendime söz verdikten sonra, alış-veriş merkezinden çıktım. Elinde poşetler ile birlikte şu alış-veriş merkezinden çıkınca havaya girmeyen insan var mıdır acaba? Evet evet, şimdi dondurma reklamındaki gibi arabası ile Orlando Bloom gelecek. Kendi kendime güldüm ve bu düşüncelerimin ne kadar saçma olduğu kanısına vardım.

Alış-veriş merkezinin önünde bekleyen taksiler olduğu için taksi çevirmek zorunda kalmamıştım. Taksi çağırmaya utanan biri olmak zor bir şeydi. Taksilerden ilk gözüme çarpana hızlıca ilerlediğimde birazdan eve gidecek olmanın sevinci başıma vurdu resmen. Ah, hayır başımı taksiye girerken çarpmışım!

Elimi refleks olarak çarptığım yere götürdüm ve burnumu kırıştırdım. Gerçekten acımıştı. Taksici ise bana garip gözler ile bakıyor, önüne dönüyor, tekrar bana bakıyordu.

"Nereye gideceğimizi söyler misin artık kardeşim?" Taksicinin sitem dolu sesi kulaklarıma uğultu olarak geliyordu resmen. Kafamı sağa, sonra da sola doğru salladım ve kendime gelmeye çalıştım. Nöronlarım kesinlikle hasar almıştı. Zaten beynimin normal insanlardaki gibi ceviz değil, kayısı şeklinde olduğunu düşünüyordum. Ezilmiş, büzülmüş...

Taksiciye adresi verdikten sonra, kulaklığımı taktım ve camdan dışarıyı seyretmeye başladım. Yürüyen insanlar, uçan kuşlar... Hangisi daha özgürdü? İnsanlar özgür müydü? Bu kara parçasından başka bir yere uzun süre bağlı kalamayan insanlar özür olabilir miydi? Yerçekimine zayıf düşen insanlar özgür olabilir miydi? Peki ya kuşlar? Özgürlüğün tanımı uçmak mıydı? İlla uçmak mı gerekiyordu özgür olmak için? Biz neye göre sınıflandırıyor, tanımlıyorduk ya?

Ben bunları düşünürken, taksici el frenini sertçe çekmişti. Aynasından bana bakıyordu. Taksi için ayırdığım paramı adama uzattım ve arabadan inip, kapıya doğru ilerlemeye başladım.

Gözlerim istemsizce büyük eve kaymıştı. Bej rengiydi ve kapı girişinde sizi yüksek kolonlar karşılıyordu. Kapı ise gerçekten normal bir insanın boyuna göre oldukça büyüktü. İki arabanın girebileceği, çimenler üstünde kurulu, açık bir otoparkı vardı kendi içinde. Arka tarafında ise çardak, salıncak ve ağaç ev bulunuyordu. Ağaç evi ben istemiştim, kafa dinlemek için. Ortaokuldayken ödevlerimi hep ağaç evimde yapardım.

Kapıya geldiğimde anahtarı deliğe yerleştirdim ve tam açacak iken, annem kapıyı açtı. O da dışarı çıkacak olmalıydı ki, baya güzel giyinmişti. Zaten manken gibi bir kadın olması yeterince sinirimi bozuyordu. Sokakta annem ile beni aynı anda yürütseler ve ben jartiyer giysem, annem normal giyinse yine şansım yoktu. Tabii ben jartiyer giymem orası ayrı konu.

Annem, siyah saçlı, yeşil gözlü, ince bir kadındı. Siyah saçları omzundaydı ve küt bir kesim stili kullanılmıştı. Saçlarının sağ tarafında her zaman bıraktığı perçemi duruyordu. Çok beyaz olmasa da, beyaz bir tene sahipti. Biçimli ve dolgun dudakları vişne çürüğü rengindeydi ve beyaz tenine inat koyuydu. İnce ve kalkık burnu ise mükemmeliğine mükemmellik katıyordu sadece.

Annemin bana attığı gülümsemeye sönük bir gülümseme ile karşılık verip, odama çıkmıştım. İçimde sebebini bilmediğim bir huzursuzluk vardı. Ayaklarımı yere vura vura salonda ilerledim.

Salonumuza eflatun ve gri renkleri hakimdi. Annem her konuda olduğu gibi bu konuda da iyiydi. Evimiz için hiçbir zaman özel olarak iç mimar tutmamız gerekmemişti. Salon duvarının köşesine dayalı, eflatun 'L' koltuk göze çarpıyordu ilk olarak. Gümüş gri varakları vardı. Önüne duran beyaz ve gümüş gri sehpa yine aynı şekilde gümüş gri varaklara sahipti. Televizyon ünitesi, koltuğun olduğu duvarın tam karşısındaydı ve tüm duvarı kaplıyordu. Yine gümüş gri ve beyaz hakimdi. Yavaş yavaş ilerliyor, bir yandan da tüm evi inceliyordum. Tüm evi inceleye inceleye odama gelmiştim sonunda.

Odama siyah hakimdi. Evet biliyorum biraz karamsar duruyordu ama sebebi bu değildi. Parlayan yıldız yapıştırmaları var ya, onları çok sevdiğim için odamı siyah döşemiştim. Her yere siyah döşediğim için, azıcık bile karanlık olsa hemen parlıyordu yıldızlar. Bunun niye bu kadar hoşuma gittiğini bilmesem de, gidiyordu işte.

Notlar ile kaplı olan çalışma masama oturdum ve bilgisayarımı açtım. Bilgisayarda ne yapacağımı bilmiyordum ama bulurdum bir şeyler, değil mi? Ah, bir dakika! Geçen gün telefonda Begüm ile konuşurken bana bir siteden bahsetmişti. Siteye giriyordunuz ve dertlerinizi anlatıyordunuz. Her bir kuş bu derdi yükleniyor, götürüyordu. Daha sonra sitedeki robot ile konuşmaya başlıyordunuz. Size sistemden cevaplar veriyordu işte.

Sitenin adresini yazdım ve girdim. Sitenin tasarımı çok hoş gözüküyordu. Oynayan boynuzlu atlar vardı, kuşlar vardı, kitap karakterleri vardı. Birkaç saniye sonra karşımda bir yazı belirdi.

"Merhaba! sendeicinidok.com adresine hoş geldin! Sen de içini dök, uçsun! Birazdan sana bir kutucuk vereceğiz, ona dertlerini veya içinden geçenleri anlatmanı istiyoruz senden. Daha sonra ise seni karşılıklı sohbet birimine yönlendireceğiz."

Önümdeki yazıyı alttan gelen kuşlar sayfadan çıkarırken gülümsemek ile yetinmiştim. Site o kadar samimiydi ki! Karşılıklı sohbet birimini çok merak ettiğimden, kutucuğa bir şeyler sallayacaktım. Önüme papatya tacı şeklinde ama dikdörtgen olan bir kutucuk geldi. Klavyedeki harflere öylesine basıp, 'Tamam, hazırım.' yazılı yere tıkladım.

Dediği gibi karşılıklı sohbet birimi kısmına gelmiştim. Bomboş bir sayfa vardı. Arkada müzik çalıyordu ve gerçekten hoştu. Mesaj yazmam için alt kısımda bir baloncuk belirdi. Gerçekten baloncuk. Hani şu köpüklü olanlardan... Elimi tuşlara götürüyor, yazamadan çekiyordum. Nihayet ellerimin birkaç harfi düzgün yazdığına emin olduktan sonra, yolladım. Evet yollamıştım! Umarım sistem çok basit bir sistem değildir.

: Merhaba?

Cevabı yazdıktan sonra biraz bekledim. Selamlaşma kısmının çok enterasan olacağını zannetmiyordum.

: Merhaba.

Cevap geldiğinde, yazının yanındaki yonca simgesi bana garip gelmişti. Bakışlarımı azıcık yukarı kaydırdığımda, kendi simgemin de kalp olduğunu gördüm. Aklımdaki soruyu klavyede cümlelere dökerken kendimi gülümsemekten anlamadım.

: Niye ben de kalp işareti varken, siz de yonca çıkıyor?

: Sen cahil misin? Sen kalp değil 'kupasın', bende yonca değil 'sineğim'.

Böyle bir cevap beklemiyordum. Neydi şimdi bu? Blöf, batak, pişti gibi oyunları çok sevmeme rağmen, isimlerini karıştırıyordum. Zaten bu yüzden de oynarken takımlı oynamıyorduk...

: Niye peki?

: Bu çok eskiye dayanan bir şey. Sana burada uzun uzun anlatamam ama zamanında Fransa'da olan sınıf ayrımından kaynaklı. Kupa asilleri yani yüksektekileri, sinek ise köylüleri yani en düşük seviyedekileri temsil eder. Ben sen ve senin gibiler için buradayım. Bu yüzden, sinek.

Tamam bu siteye herkesin dediği gibi içimi dökmek için girmiştim-dökmesem de-çünkü karşımdakinin bir robot olacağını söylemişlerdi. Ben kimseye bir şeyimi anlatmayacağım için, böyle bir yönteme başvurmuştum. Siz içinizi döküyordunuz, o da sistemde olan birkaç cevaptan birini veriyordu size. Öyle demiştim size. Çünkü öyle biliyordum! Ama son verdiği cevap fazla... Fazla insancaydı. Bir robotun bu kadar rahat konuşmayacağını olmayacağını biliyordum. Ne kadar geniş olursa olsun bir robotun kelime dağarcığı, illa ki bir noktada cümleleri mekanikleşirdi.

Kupa Kızı ♥ ♣ Sinek ValesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin