HAPİSHANE

67 6 4
                                    

Pazar günü denilince; bulutsuz, sıcak ve adeta gülümseyen bir güneşe sahip kırlarda ya da en azından bir köy bahçesinde dolaştığım günleri değil de; hep boğuk bir havaya güneşsiz kara bulutların eşlik ettiği, zaman zaman yağmurlu günleri, asfaltta akıp giden kendine bir yol çizmeye uğraşan suları, beton binaları ve kendi derdine düşüp ıslanmamak için oradan oraya koşup duran insanları hatırlıyorum. Oysa tam tersi olsun isterdim yani zaman zaman farkında olmadan unuttuğum kötü anılarımı unuttuğum gibi Pazar günü yalnızlığımı da unutayım ve yerine mutlu güzel günler hayal edeyim. Böylece tatil günlerinden korkmazdım. İş kolik de diyebilirsiniz bana ancak gerçekten de asıl mesele bu değil. Ben sadece sevmiyorum. Tatil günlerini sevmiyorum. Ama özellikle Pazar günlerini sevmiyorum. Bir arkadaşım ise sen asıl yalnız kalmayı sevmiyorsun demişti.


İnsan başkasını nasıl gözlemliyorsa kendisini de öyle gözlemliyormuş. Yani diyelim ki kendini sürekli elma yerken buluyorsun o zaman anlıyorsun ki sen elma yemeyi seviyorsun. Ben de kendimi test etmek için bu haftasonu tatilimi terk edilmiş yerlerde gezmeye ayırıyorum. Bakalım gerçekten benim derdim yalnızlıktan korkmak mı? Eğer öyle ise çözümü çok da zor olmasa gerek. Mesela yeni arkadaşlar edinirim, evimi değişir komşuluk ilişkilerinin kuvvetli olduğu bir yerde oturmaya başlarım. Tıpkı kanser hastası olmuş bir hasta gibi akrabalarımı yıllar sonra arayıp onların desteğini kazanmaya çalışırım. Aslında düşününce bile güzel geldi bu fikir. Peki benim sorunum yalnızlık mı?

Hafta içi elime şehrin bir krokisini alıp güzergah belirlemiştim. Sabah herkesin uyumayı tercih edeceği bir saatte - ki bu benim için 6:30 olur diye planlamıştım - yola koyuluyorum. Pazar günü denilince aklıma gelen düşünceleri silmek için yeterince aydınlık veya güneşli olmayan bir gün çıkıveriyor şansıma. Köy yoluna girdiğimde arabamı yolun başında güvenli bir yere bırakıp yürüyeyim diyorum. Gökyüzü sanki ilerleyen saatlerde açacak gibi ama şimdilik bulutlu ve güneş henüz yeterince aydınlatmıyor. Yolun asfalt olması yürümemi kolaylaştırıyor. İki tarafımda da yeşillikler var. Sağımda bir dağın yamacına yapılmış kimisi bakımlı kimisi ise tamamen doğal bahçeler ve yeşillikler var. Solumda ise bir dere yatağıyla nihayet bulan aynı türde bahçeler ve yeşillikler var. Başlangıçta biraz korku duymaya başlıyorum. Özellikle 1 km kadar olduğunu tahmin ettiğim bir mesafeyi gidince arkamda artık kaybolan aracımı görememek beni biraz telaşlandırıyor. Ancak o saatte hiç karşılaşamayacağımı düşünmüşsem de yanımdan araçlar 15-20 dk da bir geçmeye başlayınca içim rahatlıyor. Hatta yürüdüğüm tarafa doğru giden araçlardan bazıları beni gideceğim yere götürmeye davet ediyor, teşekkür ediyorum, binmiyorum ancak rahatlıyorum. Arkadaşım galiba haklı diye geçiyor içimden. Etrafımda insanları görmek beni mutlu ediyor. Akrabalarımı düşünmeye başlıyorum ki birden karşıma bir ev dikiliyor.

Burası üç katlı ve aslında tek bir ev gibi görünen büyük bir yer. Önünde bahçesi de var. Bahçenin orta noktasında bir kazık çakılı duruyor ve bu kazık nedense hiç hoşuma gitmiyor. Bu kazığın üzerine anlamadığım bir nedenle salatalıklar teker teker ortalarından geçirilerek bırakılmış. Saymıyorum ama bana kalırsa yaklaşık 10 tane salatalık var gibi. Kapısında oturan ve yaşına göre oldukça donuk bakan genç bir adamla selamlaşarak uzaklaşmaya çalışıyorum. Adam sanki içinde 60 yaşında biri yaşıyormuş gibi sessiz, sakin, ağır hareket eden biri gibi o an donuk ve tek bir noktaya bakıyor. Aklımdan kör olabileceği geçiyor ancak selamımı alırken yüzünün bana doğru bir robotu andıran dönüşü ve ardından baştan aşağıya beni süzüşü bu ihtimali yok ediyor. Selam verdikten sonra gözümü kaçırıp yoluma devam ederek uzaklaşmak üzereyken; " sen bu salatalıkların hikayesini biliyor musun" diye soruyor. İçimden geçen bu düşünceyi okumuş olmasına şaşırmamı bekliyor ise yanılıyor olmalı. Sonuçta dikkati çekecek bir noktada ve garip duran bu salatalıklar gerçekten de görevini başarıyla yerine getirmekte ve dikkati çekmekte. Gayri ihtiyari "hayır" diyorum. O zaman peşimden gel deyip yerinden kalkıyor. Gerek yok demek veya o an oradan kaçmak istiyorum ama yapamıyorum. Altmış yaşında bir ihtiyarı incitmemek için bazı şeyleri yapmak zorunda kalan genç bir adam gibi peşine takılıyorum. Oysa önümde yaşlı bir adam gibi davranan bu kişi benden en fazla 5 yaş büyük görünüyor.

Bahçenin içinden geçiyoruz ve salatalıkların kazığa girerken çıkan sularının kurumuş hallerine gözüm takılıyor. Evin kapısı ilginç bir şekilde kilitli duruyor, ihtiyar adam - hay Allah dilim sürçtü genç adam demeliydim - yavaş hareketlerle kapıyı açıyor ve düz bir holden geçerek ilerde bizi bekleyen merdivenlere doğru yürüyoruz. "Yalnız mısın burada" diye soruyorum. "Yalnızlık hayatla gelir, yaşıyorsan yalnızsın" diye cevap veriyor. Adımını attığı basamakta dinlenir gibi bir an olsun bekliyor, sonra geriye dönerek: "Yalnızlıktan korkar mısın?" diye soruyor. Dışarıdan bakımsız görünmeyen bu evin içerisinin çok bakımsız halde olmasına anlam veremiyorum. Bir odanın duvarı yarıya kadar yıkılmış. Ortalıkta kumlar birikmiş. Bir yerden fare çıkacak diye ürkerek ve sürekli tetikte bekleyerek yürüyorum. Bana sorsanız böyle bir yerde kimse yaşayamaz. Adam bu ev yüzünden mi bu haldeydi yoksa? Diye düşünüyorum. Yalnızlıktan korkup korkmadığımı öğrenmeye çalıştığım bu yolculukta tam da karar veremediğim için sorusuna nasıl bir cevap vereyim diye düşünürken cevabımı beklemeden "hayat" diye söze başlıyor. "Hayat bir gemidir aslında ve bizlerde kendi kamarasının camından görebildiği kadarıyla denizi izleyen, rüzgarın sürüklediği yönde istese de istemese de sürüklenen tek başına yolcularız" diyor. Birden içimi ürpertiyor bu söz, ayaklarıma ellerime sanki hükmedemiyor gibi oluyorum. Suda sürüklenen bir yelken ya da kontrolünü kaybetmiş bir sürücü gibi oluyorum. Sürükleniyorum.

"-Nereye?"

"-Rüzgar nereye esiyorsa oraya."

Tepeye tırmandıkça iğrenç kokular geliyor burnuma. Peşinden yürürken onun sanki uzun süredir yemek yemediği için halsiz olduğunu, kanının çekildiğini düşünmeye başlıyorum.

Çıktık. Yaklaşık 10 tane kişi üst üste yığılmışlardı, baygın olduklarını umuyordum oysa hepsi ölüydü. En son basamağı çıkınca o da üzerlerine yığıldı. Dönüp kaçacağım sanıyordum. Ama kendi bedenime hapsolmuş gibi, hipnoz olmuş gibi bir şey yapamadım. Onun elinden düşen baston olarak kullandığı çubuğu yerden aldım. Tıpkı onun adımlarını atar gibi yavaş adımlarla aşağıya doğru inmeye başladım. Canım yanmıyordu fakat her şey kontrolüm dışında gibiydi. Ağlamak ya da bağırmak istiyordum. Kaçmak gitmek istiyordum. Oysa büyülenmiş gibiydim. Aşağıya inince kapıyı kilitleyip dışarıya çıktım. Onun az önce oturduğu sandalyeye tıpkı onun gibi ağır hareketlerle, sakince oturup aynı donuk bakışlarla aynı noktaya odaklanmaya başladım.

PEŞİMDEN GELMEYİNHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin