Hiçleşmek

31 2 0
                                    

Hani karanlık bir gün olur ya, aslında güneş doğmuştur ama sen o ışığı görmüyorsundur ya da görmemekte diretiyorsundur. Şu an benim en karanlık ve ışığa muhtaç olduğum an. Hani derler ya mumla ararsın benim mumum bile yok. Entrikalarla dolu, doğaçlama yaşadığım hayatın bana yaptığı en alçakça oyunun tam ortasındayım.
Sanki Kuvvetli bir rüzgar beni önüne katmış o daldan o vadiye sürüklüyor ve beni her terkedişinde Acaba? Sorusunu kendime soruyorum; acaba bu defa ne olacak?
Bu soruyu bu defa sormuyorum çünkü aklımdaki tüm soruların cevap bulma ihtimalini yakalamış ve sıkı sıkıya sarılmış bir şekilde duruyordum. İhtimaller üzerine bulduğum bütün soru ve cevapları uzun zamandır hasret çektiğim kesinliğe kavuşturabilecektim. Karşımda olduğunu tahmin ettiğim bay Brown diğer bir değişle annemin babama tercih ettiği adam bütün sorularıma cevabıydı. Beni neden kaçırdığı konusuna gelirsek onunla sonra ilgileneceğim. Önümde bir şey kıpırdadığını hissettim, evet tam tahmin ettiğim gibi Brown önümdeydi. Beni sandalyeye öyle bir bağlamışlardı ki bütün vücudumu saran iplerin dokunduğu her yer acıyordu. Bir çift el hissettim önce bandajın bağlı olduğu yerde, sonra gözüme yoğun bir ışık demetinin hücum etmesiyle gözlerimi kırpıştırdım, bir kaç saniye sonra gözlerim ışığa alıştı ve karşımda duran Brown'a baktım. Yüzünde pişkin bir sırıtma vardı sanki mirası ona bıraktım. Konuşmak için ağzını açtığında lafı ağzına büyük bir zevkle tıkarak önce davrandım
-"Annem ve sen ne zamandan beri berabersiniz?" hafif bir kahkaha attı, söylediğimde komik hiç bir şey yoktu ama neyse...
-"Demek bunu merak ediyorsun, ben bağırırsın çığlık atarsın sanmıştım." tehtitkar olmaya çalışarak
-"Soruma cevap ver."
-"Ovv çok korktum." dalga geçtiğinin kanıtı olan gözlerini bana dikerek demişti bunu.
-"Ne zamandır?" dedim dişimi sıkarak, Sabrım tükenmişti.
-"Yedi Yıl." tam tahmin ettiğim gibi çünkü annem benimle ve eviyle ilgilenmeyi yedi yıl önce bırakmıştı, eve nadir gelmeye yedi yıl önce başlamıştı. Neyse sorularıma devam etmeliyim
-"İlk tanışmanız nası oldu?" yani kim kimin peşinden koşmuş bilmeliydim.
+" Annen çok çekici bir kadın ve..." gözleri uzaklara daldı, acı çekiyordu evet acı çekiyordu... Gözlerindeki acıyı görmemek mümkün değildi " ben bu çekiciliğe karşı koyamadım, onu sevdiğimi söylediğimde bana seni sebep gösterdi, babanın sebep gösterdi, sizi sevdiğini söyledi ve bir aile olduğunuzu, işte o zaman bıraktım peşini. Sonra baban ve annen büyük kavga etmiş, bildiğim kadarıyla bir birlerine hiç söylenmeyecek şeyler söylemişler" evet o günü iyi hatırlıyorum kavgalarının sebebini anlayamasamda salondan bağrıltı sesleri geliyordu ve ben Joe'lara kaçmıştım -o zamanlar ailesi vardı şimdi taşındılar şehirden uzaklaşmak istedikleri için- bana çok destek olmuşlardı. " o gün annen bana geldi ve olanları anlattı. İşte o güçlü kadının, her zaman gördüğüm Angela'nın en zayıf haliydi. Sonra kalkıp gitmek istedi ben de tutup sarılınca ve sevdiğimi söyleyince o da bana karşı aynı şeyleri hissettiğini ama sana ihanet edemeyeceğini söyledi tabi ben sonra peşini bırakmayınca karşı koyamadı ve bir ilişkimiz başladı." klasik yasak aşk hikâyeleri. Aklıma gelen diğer soruyu hemen yönelttim
-"Annemin ölümü hakkında bir bilgin var mı? " bunu öyle soğukkanlılıkla sormuştum ki kendime inanamadım. Dalan gözlerini bana yöneltti. Tam gözlerimin içine bakıyordu. Soğukkanlı olmak zorundaydım ve bu beni oldukça zorluyordu.
-"Beraber iş yemeğindeydik... " durdu... Gözlerindeki ifade değişmişti bir anda. Bu gördüğüm öfke miydi? Öyle yoğundu ki Bana bir süre böyle baktıktan sonra gözlerini benden ayırmadan
-"İmirza!" kalın sesi beni ürkütmüştü. Soğuk betona işlenen spor ayakkabının tok sesini duydum. Ses bana iyice yaklaşırken ben bay Brown'a bakıyordum. Soruma cevap alamamıştım, vermeyeceği de belliydi. En önemli soruyu neden önce sormamıştım ki zaten. Öfke kovaya dolar gibi dolmaya başladı içime ve ben bunu zaptedemiyordum
-"Soruma cevap ver!" bağırmıştım ama o benim ne sınır olmama aldırmıştı ne de soruma cevap vermişti. Umursamazca ayağa kalktı, gözlerini tekrar bana çevirirken ben de ona bakıyordum.
-"İmirza bunla sen ilgileneceksin, bir ayın kalmış yakmayayım canını. Anladın sen." yavaş adımlarla çıkışa doğru giderken benim bakışlarım eski olduğu yerde asılı kalmıştı. Vücudumdaki sıkı sıkıya bağlanmış ipler gevşeyince önündeki siyah t-shirt lü siyah eşofmanlı bu adama çevirdim bakışlarımı. Koyu yeşil gözlerim büyümeye başlamıştı hatta yuvasından bile çıkabilirdi. Bu adamın burada ne işi vardı ki? Yaşadığım onca şey bir oyun muydu yani? Bu olamazdı değil mi? Sharlock holmes bile bir suçlu olsaydı bu kadar mükemmel bir plan yapamazdı, ki buradaki kimse bir hayali karakter değil sonuçta. Ben o ara sokağa kendim girmiştim ve o adamlar gerçekten... Kolumdan sertçe tutulup kaldırıldığımda istem dışı
-"Ne oluyor ya!" diye ciyaklamıştım. Canımı acıtıyordu, buradan bakılınca da beni pek kâle aldığı söylenemezdi. Bu adam naziklikten niğme pay almamıştı. İnatla kolumu çekip onu durmasını izlerken
-"Tanrım! Acıyor." koyu kahve gözlerini bana sinirle çevirdiğinde gerçekten korkutucuydu, konuşmak için ağzını açtığında lafa girdim
-"Sen kişilik bölünmesi falan mı yaşıyorsun..."
-"Aptal olma yürü!" resmen sürüklemeye başlamıştı bu defa. Tanrım! Kapıya yaklaştığımızda elini alnına hafifce vurup durdu. Kolumu bıraktığında tuttuğu yerin terlediğinin farkına vardım. Elini siyah eşofmanının cebine daldırırken bana döndü. Cebinden siyah bandajı çıkardığında gözümü devirdim, Ah Tanrım yine mi? Bu benim için sorun değildi ama bu bandajdan hiç hoşlanmamıştım...
Bayağı sarsıldıktan sonra araba durabilmişti sonunda. Önce bir kapı açılıp kapanmıştı, sonraysa benim kapım. Kolumdan tutulup aşağı indirildiğimde ayağımın altındaki çıtırtı seslerine takılmıştım, kuru yaprak sesleriydi. Bu ses garip bir şekilde hoşuma gitmişti, Ali sandığım insan beni yavaş ve nazikçe yöneltirken rüzgarın yapraklara vuruş sesini duydum sonraysa vücudumu yalayan ılık rüzgarı hissettim. Önceden bunlara hiç dikkat etmemiştim, görmeyince hissediliyormuş. O kadar huzur dolmuştu ki içim, bandajın çıkmasını hiç istemiyordum. Bunu devamlı yapacaktım artık. Kafamın arkasında bir çift el hissetmemle içimde bir burukluk oluşmuştu, her şeyin bir sonu vardır değil mi? Gözlerime hücüm eden ışığa gözlerim alışasıya kadar kırpıştırmak zorunda kalmıştım, ki bu bir kaç saniye sürdü. Önümde etrafında ağaçlardan başka hiçbir şey olmayan ağaçtan yapılmış bir ev duruyordu. Ali sırtımdaki eliyle hafifçe beni itmesiyle önümde duran beş basamağı çıkıp pek dayanıklı olmadığını düşündüğüm pek de geniş olmayan ama dar da sayılmayan balkona çıktık. Ali önüne geçip kapıyı açtı, geçmem için kenara çekilirken bir çift el beni hafifçe itti. Rüzgarın yapraklara vuruş sesi o kadar güzeldi o kadar huzur vericiydi ki içeri giresim hiç gelmiyordu. Üzerime çöken ağırlık da cabasıydı. Ali'ye baktığımda bana bakmıyordu. Olabildiğince yavaş adımlarla içeri girdiğimde ev iki oda bir salon ve açık mutfak vardı. İki odanın arasındaki kısa koridorda biri sağda biri solda olmak üzere iki kapı vardı. Pek rahat görünmeyen dörtlü ve ikili koltuk vardı. Tam karşısında televizyon ünitesi vardı ama televizyon yoktu. Mutfak kır ve pasla doluydu. Biraz ilerimde duran Ali
-"Kapıda iki koruma var, ben biraz dinleneceğim. Sağdaki oda senin soldaki oda benim." konuşasım yoktu belki üzerine çöken ağırlıktandı belki de çok yorulmamdandı; fazlasıyla yorulmamdan. Annem arkasında bir ton soru bırakarak gitmişti. Bu soruların en önemlisine cevap bulamamam beni iyice yormoştu.
Bileklerimi sıkan iplerden kurtulmak istiyordum, Ali'ye kollarımı uzatmamla yine alnına hafifçe vurdu ve ipleri çözdü. Bugün fazlasıyla dalgındı galiba. O odaya girdikten sonra ipin derin izler bıraktığı bileğimi ovarak bana verilen odaya girdim. Odada bir yatak, yere serilmiş küçük bir halı ve ormanı izleyebileceğim bir pencere vardı. Pencereyi açıp rüzgarın yüzüme vurmasıyla topuzumdan çıkan bir kaç tel saçın ensemi gıdıklamasına izin verdim. Bunu gözardı ederken Gözlerimi kapattım ve yeniden yaprakların rüzgarla dansını dinledim. Rüzgar yüzümü öyle bir okşuyordu ki anne şefkati gibi saf ve temizdi. Dudağımda engelleyemediğim bir gülümseme oluştu. Pencerenin kulbundaki elimi daha da sıktım. Rüzgar gerçekten her şeyi önüne katıp koşturararak benden uzaklaştırıyordu. Bütün kötü duydular bedenimi terketmişti. Kendimi yılkı atı gibi hissediyordum, özgürce vadilerde dolaşıyor ve yeni rüzgarlara göğüs germeye çalışıyordum. Evet biraz cılız ve güçsüz bir attım ama iyileşmem için bırakılmıştım değil mi? Bu rüzgarlar beni olgunlaştırıp, iyileştirecekti değil mi? En azından bu ihtimale sıkı sıkıya sarılmıştım. Aynı kendi sorularıma verdiğim cevaplar gibi, umuda sarılmam gibi, bu işkence ve belirsizliğin biteceğine inandığım gibi. Beni bitiren şey öfke veya intikam değildi belirsizlikti. Delirme derecesine gelmiştim evet ama bugün aldığım cevaplar bana doğru yolda olduğumu göstermişti. Buna tutunup devam etmeliydim. Artık alıştım kafamda bir şeyler kurup ına inanmaya. En azından bu umutsuz durumda kendi yolumu çizebiliyordum. Bu güçlü olduğumu gösteriyordu galiba, ya da güçlü olma yolunda ilerlediğimi.
Gözlerimi yavaşça açtım, uykum gelmişti. Yatağıma yavaş adımlarla gittim ve üzerine uzandım. Ayak ucumdaki battaniyeye uzanmak çok zor geliyordu, ben de Ayaklarımı altına soktum...
Uyandığımda üzerimde battaniye vardı ve pencere kapanmıştı. Hemen yataktan doğruldum, Ali odama mı girmişti yani. Hatta beni düşünüp üzerimi örtmüş ve pencereyi kapatmıştı. Vay be demek insan olma yolunda ilerliyordu. Bir dakika bir dakika bir tane daha mı battaniye vardı üzerimde? Üstekini kaldırdığımda bunu kanıtlamış oldum. Vardı bir yumuşama ama bunun sadece ben uyurken olacağına kalıbımı basabilirim. Bu adamla ilk karşılaştığımız koşullarda devam etseydik kesinlikle... Yok kesin olmasın muhtemelen diyelim, ona aşık olabilirdim ve bana nazik davranırdı. Gerçekten yakışıklıydı, zaten siyahı asil taşıyanlardandı, fazla kasları yoktu, hatta çok kısa bir süre vücut çalışmış diyebilirim, uzun boyu vardı, ben 1.70sem eğer o seksen falandı, tabi kafası on santim varsa. Ben bu adamın karısı olcam net evden dışarı çıkarmazdım. Siyah hafif uzun saçları, kalem kaşı, kemersiz burnu, hafif dolgun dudakları, içine çökük yanağı, kirli sakalıyla offf bitirim. Skyler kendine gel! diye bir çığlık attı içimden bir ses. Bu, şu an düşüneceğim en son şey bile değil. Çünkü bütün sıraları annem doldurmuştu. Ölümüne kim sebep oldu? Ne oldu da o kadar dalgındı? Bir dakika ya annem kaza yaptığında alkollü müydü ki? Bunu da sormalıyım. Yanağımda ıslak bir şey hissetmemle elim oraya gitti. Ağlıyordum. Çünkü ağır geliyordu artık aynı soruları tekrar tekrar kendine sor ve cevapla. Ben değil de başka birisi cevaplasa tatmin olacaktım ve şu an bunu yapacak tek kişi William dı. Sanki kalbimi birisi avcuna almış sıkıp sıkıp bırakıyordu. Bedenime birisi baskı yapıyordu, omuzlarımdan omuzlarımdan bastırıyordu. Darlandım, evet bunu anlatan en hafif kelime buydu. Yaşları bir türlü engelleyemiyordum. Birini silmeden diğeri geliyordu. Silmeyi bıraktım, şu an şu evden çıkmazsam ölebilirdim. Kalbim kafesimi dinlemiyor inatla olduğu yerden çıkmaya çalışıyordu. Anlamanını veremediğim bir şekilde aniden koşmaya başladım, dış kapıya ulaştığımda hıçkırıklar kendini belli etmişti. Kapıyı hızla açıp nereye olduğunu bilmeden koşmaya başladım. Şu an istediğim tek şey kaybolmaktı, bedenimde kendim, şu ormanda ben kaybolmak istiyorduk. Ölümüne kaybolmak ve birdaha beni kimsenin bulamayacağı bir yere gitmek. İnsanlarda dert vardı, huzur sessizlikteydi. Beynimdeki sorulara bir cevap bulsam kesinlikle çözülür ve rahatlardım. Bayağı koştuktan sonra yorulduğumu farkettim. Düz bir alana gelmiştim ve her taraf olabildiğince yeşildi. Nerdeydim bilmiyorum ve bilmekte istemiyordum, tek istediğim uzaklaşmak, kendimden ve insanlardan. Çenemden akan yaşları hissedebiliyordum ama kolumu kaldıracak gücüm yoktu. Yavaş adımlarla yürümeye başladım. Ormana girdim ve tahminimce 300 metre falan gitmişimdir. Önümde düzlük vardı ve önüm ağaç ve doğallıktı. Düzlüğün sonuna yaklaştığımda rüzgar beni karşıladı. Kuş sesleri, rüzgarın yapraklara vuruş sesi yine vardı. Evet bir hışırtıydı ama bana huzur veriyordu.Vücudumun titrediğini farkettim. Buna aldırmadan düzlüğün en ucundaki kayalıklara gittim ve oturdum. En uçtaydım ve çok yüksekti. Kayalığın ucuna oturup ayağımı boşluğa saldım. Aynen içim gibi boş ve uçurumdu. Rüzgar ılık ve hafif devam ediyordu. Rüzgar yine önüne katıp her şeyi götürüyordu. Yine gözlerimı kapattım ve kulağıma gelen rüzgar sesini, kuş seslerini dinlemeye başladım. Huzur bulmuştum. Evet huzur sessizlikteydi ve şu an bunu kanıtlıyordum. Ne demiş yazar huzur istiyorsan az eşya az insan. Bana göre de az eşya az insan, az düşünmek, az ses. Huzurun formülünü buldum şu an.
Yaşların olduğu yer üşüyordu ama yine de iyi geliyordu. Yaşlar öylece akıyordu engelleyemiyordum ve hıçkırık kesilmisti. Hagif arkama eğilim kollarımdan destek aldım. Ayağımı boşlukta sallamaya başlamıştım. Keyfim yerine geliyordu derken kolum bir anda çekildi ve ayağa kaldırıldım. Yine bileğimi kavrayıp sürüklemeye başladı. Bir süre sonra sinirden kendimi kontrol edemedim ve ne kadar ağlamamaya çalışsam da bu defa hıçkırıklarla beraber gelmişti. Bileğimi öyle bir sıkıyordu ki elime kan gitmiyordu, öyle hızlı gidiyordu ki sendelemeye başlamıştım.
-“Durmamız gerek." durmamıştı çünkü sesimi ben bile zor duymuştum. Bir defa daha biraz sesli söylemeyi denedim ama sesim çıkmamıştı. Bir kaç defa daha denedim ama çıkmıyordu ve bu canımı sıkıyordu. Sertçe kolumu çektim durması için ama işe yaramamıştı. Boğazımı temizledim bir daha denedim ama olmuyordu. Canım burnumdaydı, neden konuşamıyordum ki? Hızlı yürümesi cabasıydı. Son gücümle
-“Yeteeeeeeeeeeeeer!!!!!!" öyle bir çığırmıştım ki ormandan bir alay kuş havalanmıştı. Durmuştu ama arkasına dönmemışti, İkimizde nefes nefeseydik. Hıçkırıklar daha da hızlanırken içimdekileri atma isteği doğdu. Dizlerim güçsüzlenirken yere bıraktım kendimi. Tutmadığı elimi yere koydum güç almak istercesine. Bağırma hissiyle
-“Yeteeeer!" yine çığırmıştım ama bana bakmıyordu verdiği tek tepki ondaki elimi bırakması oldu. Elim yere güçsüzce düştü. Aynı ses tonuyla devam ettim
-“Bıktım! anlıyor musun Bıktım. Senden ve senin gibi bana zarar verenlerden!" hıçkırıklar daha da hızlanırken buna aldırmadım. “Yoruldum mesela, belirsizliklerden, ikide bir kendime soru sorup cevaplamaktan. Cevap arıyorum, annem nasıl bir orospuydu, babam nasıl bir piçti öğrenmek ve burdan uzaklaşmak istiyorum. Sen gibiler gelip bir darbe daha indiriyorlar, ama ben paramparçayım, yaralanacak bir yerim kalmadı, en fazla yaralarımın üstüne vurursunuz ama hissetmem çünkü zaten acıyor, sizin vurmanızla da acısı fazlalaşmaz. Ne var biliyor musun? Buna rağmen canımı en derin bir sekilde acıtıyorsunuz ve beni engelliyorsunuz. Benim ne kırılacak bir köşem ne de yaralanacak bir yaram var, hepsini annem ve babam kırdı zaten, size bir yer kalmadı." boğazım acımaya başlamıştı.

      Bana bakmıyordu hâla, belki de dinlemiyordu ama bunları anlatmak istiyordum. Bağrıma tokatlar geçirirken
-“ Bana bak!" bakmamıştı.“Bak!" gürlemiştim resmen ama bakmamıştı. Bu sinirimi alt üst ediyordu. Son gücümle ayağa kalktım ve önüne geçtim. Benden uzun olduğu için kafamı hafif kaldırmak zorunda kalıyordum. Ben ona bakarken yere bakıyordu. Kendimi göstererek
-“Bende ne görüyorsun?" aslında hareketlerinden belliydi ama duymak istiyordum.
Cevap alamamıştım. Yüzünü ellerimin arasına alarak bana bakmasını sağladım. Acımasız bir tavır takınarak
-“Ne görüyorsun?" bu defa sesim kısık ve korkutucu çıkmıştı. Bana boş gözlerle bakıyordu ama cevap vermiyordu.
-“Hiç bir şey." ben cevap vermiştim. “Çünkü ben artık hiç bir şeyim. Hiçleştim." Bir afım geri attığında elim havada kalmıştı. Elimi hızla aşağı indirirken bileğimi kavradı ve ifadesizce aynı hızla yürümeye başladı. Bu defa öfke beni güçlendirmişti...

Eve geldiğimizde kapıda adam yoktu. Hızla merdivenlerden çıkıp açık kapıdan içeri girdiğimizde bileğimi bıraktı. Küçük masayı göstererek
-“Yemeğini ye." dedikten sonra rahatsız görünen koltuklardan birine oturdu. Beni bekliyordu. Kapıdan gelen rüzgarla saçlarım önüme savruldu. Terlediğim için birkaçı yüzüme yapıştı. Bir dakika benim saçım topuzdu, topuzum ne ara çözülmüştü, hiç hissetmemiştim.
  Bir kaç saniye öylece durduktan sonra aklıma Ali'nin sorularıma cevap verebileği geldi ve ilk sorumu yönelttim.
-“Annem neden öldü?" şaşkın gözlerini bana çevirdiğinde cevabın onda olmadığını anladım.
-“Yanlış insana sordum. Gidip William'a sormalıyım." derken kapıya yöneldim. Rüzgar kumral saçlarımı geri savururken, bileğimden çekilip geriye atıldım. Kafamı kaldırdığımda Ali önüme geçmişti. Siyah gözlerindeki öfke oldukça korkutucuydu ama bu beni engelleyemezdi. Ona iyice yaklaştıktan sonra bana bakan gözlerine gözlerimi ona diktim
-“Sorularıma cevap bulacağım çekil."
-“Gelince konuşursun, yemeğini ye." anlamsız bir ifade vardı sesinde. Yaşlar yeniden yer edinirken yanaklarımda
-“Ya çekil." diye çığırdım.
-“Bağırmayı kes!" sesi fazlaca keskindi. Korkmadım mı, korktum ama yedi yıldır bunu bekliyordum. Onu dövme hissi öyle bir baskın geldi ki göğsüne yumruklar geçirerek
-“ Defolun hayatımdan! Anlamıyorsunuz!" anlam veremedigim cumleler kuraraken yumruklarımı tuttu. Ellerinden ince bileklerimi kurtarmak için çırpınırken
-“Yeter! Engel olamyın!" son gücümle kelimeleri sıralarken kafamı göğsüne yasladım. Kollarımı benim gerimde tutarken var gücümle
+“Yeter! Yeter! Yeter!" diye fısıldamıştım. Sesimi kendim bile zor duyarken
-“Sakin ol." diyebildiği tek şey buydu. Kafamı kaldırdığımda bana bakıyordu, burunlarımız bir birine deyecek kadar yakındı
-“Sakin olacak bir sey göster olayım." sessiz ve tehtitkardım. Kendimi ondan uzaklaştırdım ve gevşeyen ellerinden bileklerimi çektim. Yemek masasına oturdum ve
-“En azından karnımı doyurayım."

360Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin