*Eve yaklaşınca adımlarım hızlandı. Mis gibi çiçek kokuları yanaklarımı okşuyordu. Çiçek tezgahının önünden geçerken, Suho Hyung çiçekleri topluyordu. Başı öndeydi. Göz göze gelmemek, yanından hızlıca geçip gitmek istedim.
Selam vermeden geçmek olmazdı ama bu halde onunla konuşamazdım. Fakat unutmuşum! Suho Hyung yere bakarken, özenle çiçek sararken bile gelip geçeni görebilirdi. Başka bir gözü vardı onun. Başını kaldırmadan sordu:
''Nereye böyle acele acele evlat?''
Yakalanmıştım. Utandım. Yavaşladım ve durdum. Tezgaha yaklaştım. Kanlı elimi gizleyerek öylesine cevap verdim.
''Hiç Hyung. Eve gidiyorum işte. İzin günümdü. Biraz dolaştım. Karnım çok aç. Bir an önce eve gidip karnımı doyurmak istiyorum.''
İnanmayan gözlerle yüzüme baktı.
''Yüzündeki kaygı hiç öyle söylemiyor ama'' dedi, bir açıklama bekler gibi.
Yıllardır tanıyorum Suho Hyung'u. Ona hiç yalan söyleyemezdim zaten. Yalan insanın gözünden okurdu o. Kimse onu kandıramazdı.
Burada çiçek satar. Bütün gün tezgahının başında oturur.
Gölgeyi sever.
Bir gölge gibidir.
O kadar sessizdir ki sanki çiçeklerle konuşur.
Buradakiler onu tanır ve sever.
Kimi kimsesi yoktur.
Sabah gelir, akşam gider.
Geceleri ne yaptığını kimse bilmez.
Hiç kimse merak etmez.
Oysa ben etmiştim, herhalde bir çiçek gibi kendine kapanıyordur, demiştim. Herkesin yardımına koşan biridir.
''Karnından önce kaygını doyur.'' deyince, irkildim birden.
Gülümsüyordu. Bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamıştı. Elimdeki kanlı peçeteyi fark etmesinden çekinerek ben de ona gülümsedim ama tedirgindim, ondan kaçmazdı bu.
Geçiştirmek için ''Eee işler nasıl Hyung?'' diye sordum.
Öylesine sorduğumu biliyordu. Beni daha fazla sıkıştırmamak adına hemen cevap verdi. Ama bu sıradan soruya verdiği cevap hiç de öylesine değildi.
''İşler mi'' dedi. ''İnsanların yüzüne baksana Kai... Kimse gülmüyor. Çiçek mi satılır!''
Eve girince kovuğuna giren bir sincap, kabuğuna çekilen bir kaplumbağa gibi hissettim kendimi.
Bir an önce eve dönmek, kabuğuma çekilmek istemiştim. telaşım geçti ama dalgınlığım sürüyordu. Yaramın tekrar kanaması kadar, o yarı çıplak çocuğun söylediği söz de aklımı allak bullak etmişti.
Bazı şeyler var ki, insan yaşayınca normal geliyor ama sonradan düşününce sımsıkı kilitli bir sır kapısı gibi kalıyor bellek denen çekmecelerden birinde. Öyle bir kapı ki, orada duruyor, aklını ne kadar zorlarsan zorla bir türlü açılmıyor.
O günden sonra deniz topunun peşinden koşan çıplak çocuğu bir sır gibi sakladım, kimseye anlatmadım. Sihri kaçar diye mi anlatmadım, uydurdum sanılır diye mi çekindim, emin değilim. Belki her ikisi de. Yaramın nokta atışı yapar gibi başka zamanlarda başka kişilerle yaşadığım benzer anlarda tekrar kanamasını zamanla olduğu gibi kabullendim de, adını deniz çocuğu koydum o yumurcağın o cümlesi beni çok düşündürdü. Tümüyle sana ait, hiç kimseye söylenmemesi gereken, söyledikçe seni kendi derinliklerine indiren tılsımlı bir cümle. Hayatımı değiştireceğini, bana başka bir hayatın kapısını açacağını bilmiyordum. Hiç kimse bilemezdi.
Kanlı peçeteyi çöpe atarken elim titredi. Sanki Sehun'u çöpe atıyordum. Sanki Sehun'dan karşıma çıkan ve beni kabuğumdan çıkaran o iki adamı çöpe atıyor ve başa dönüyordum. Ben o an böyle düşünüyordum ama başa dönmek miydi gerçekten, emin değilim. Hayatıma son vermek için bileğimde açtığım o derin yara tekrar tekrar döndüğüm bir başlangıç mıydı?
Okul ve sınavlardan dolayı bölümü geç yazdım sori :// fsdfjsd oy verin yav -.- Ve de kısa oldu >.<
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ALL OF ME [KAİSOO]
FanfictionHani bir oyun vardır çocukluğumuzda, tilki tilki saatin kaç? Ebe duvara yaslanırdı, biz de böyle sorardık ona; ''Tilki tilki saatin kaç?'' bir derse bir adım, iki derse iki adım yaklaşırdık, bazen atlayarak, uçaraki ebeye dokunabilmek için... ''Kaza...