'Saçmalamaya gerek yok' dedi kadın. Böyle başladı sonu başı belli olmayan bir imkansız hikaye. Neyin, ne olduğu bilinmeyen bir çağda, yüksek gökdelenlerin diplerinde gezinen insanların hikayesiydi bu. Binaları yükseldikçe, kişilikleri küçülen insanların yaşadığı bu çağda iyiliğe dair umutlar pamuk ipliğine bağlıydı. Artık iyi şeyler ancak tehlikenin kıyısına kadar gitmeyi göze almakla sağlanabiliyordu. Sonbaharda dökülen yaprakların bile anlamsızlaştığı bir çağda, iyiliğin bu kadar kıymete binmesi ve nadir bulunmasına kimse şaşmamalıydı. Yüksek binalarda yaşayan insanlar için sabahlar çok soğuk olurdu. Onlardan alçakta kalanlar ise zaten soğuğu tanıyorlardı. O nedenle onlara çok da soğuk gelmiyordu artık hiçbir şey.
Dürüstlüğün beş para etmediği, yüzsüzlüğün prim yaptığı bu zamanda en çok şımaran da her gün farklı bir yüzle gezenler oluyordu. Bu kadar rezilliğe rağmen hala bu düzeni çeken, kendine yetecek kadar ekmek bulanlar da vardı tabi. Tarih boyunca bu dünyanın çivisinin çıkmadığına bir kanıt gibi ısrarla hayata tutunanlardı onlar. Belki yüksekte yaşayan bu insanlıktan nasibini almamışların, onların varlığından bile haberleri yoktu ama iyiliğe muhtaç bu ihtiyar dünyanın onlara ihtiyacı vardı. Doğal olarak yüksektekilerin de .
Sonra "Konuşmak istemiyorum." dedi kadın. "En azından bu şekilde." diye ekledi. Ve sustu. Bu sözlerin muhatabı önce etrafına, sonra gökyüzündeki yıldızlara bakmak istedi. Yüksek binalardan gökyüzünün tamamını görmesi pek mümkün olmuyordu. Görebildiği kadarında da parlak bir yıldız yoktu. Boğazı kurumuştu muhatabın, kadına dönüp 'Niye ama?' demek istedi önce, sonra vazgeçti. Bunu söylemenin ne gibi bir anlamı olabilirdi ki? Bir kadın konuşmak istemiyorum dediyse nasıl ikna edilebilirdi konuşmaya? Israr etmeyi sürdürse her şeyin kötüye gideceğine emindi muhatap. Tekrar etrafına baktı. Kadın, muhatabın ne yaptığını anlamaya çalışıyordu. Belki de ön yargılı gözleriyle 'Delirmiş' diyordu . Tüm basmakalıp aşk hikayelerindeki gibi bitebilirdi bu konuşma. Sonra muhatap her gördüğünde iç çeker, suçu kendinde bulurdu belki. Kadının umrunda olmaz, kendini daha iyi hissedeceği sözcükler kuran geniş omuzlara dayardı belki başını, muhatabın yüreğinde hissettiği sızının binde birini bile hissetmeden.
Bu hikayede suçlu kim olurdu peki? Basmakalıp hikayeleri basmakalıp fikirler besler. Ve basmakalıp fikirlere göre kadın suçludur. Oysa ki bu anlattığımız çağda bir suçlu yok. Hayat, gerçek kadar acıdır çünkü.
Gökyüzünde parlak bir yıldız göremeyen muhatap, karşısında sabırsızlanmış kadına döndü, gözlerine baktı. Aradığı parlaklığın orada olması gerektiğini ummaktaydı. Herhangi bir parlaklık yoktu o gözlerde. Etraftan yansıyan bir ışığın olmamasından belki de. Yere baktı, ellerini nereye koyacağını bilemedi muhatap önce, sonra tekrar başını kaldırdı ve 'Peki' demekle yetindi. Kadın bu kadar beklemesinin ardından tek duyduğu şeyin bu olmasına sinirlenmişti. Vurgulu bir biçimde 'Tamam' deyip döndü, karşısındakine bile bakmadan. Muhatap bir an duraksayıp ' Ön yargılarına gidiyorsun kadın!' diye bağırmak istedi. Dilinin ucuna kadar gelen o sözler aynı hızla beyninin karmaşık derinliklerine geri dönüverdi. Kadın umarsızca yürüyordu. Arkasından bakmaya devam etti, o kadar narindi ki, sesini biraz yükseltse kırılıp dağılacağını düşündü. Kadın caddenin karşısına geçmişti. Muhatap ile arasında artık bir koca cadde vardı. Sonra bir otobüs gelip onu duraktan alarak daha büyük mesafelere götürecekti. Işıklardan gözlerini kısmak zorunda kalacağı şehirlere belki de. Muhatap, olduğu yerde duruyordu. Ceplerini yokladı önce ceketinin cebinden bir sigara çıkardı. Çakmağını aradı, onu da buldu ve yaktı sigarasını. Kadın sinirlenmiş narin benliğiyle durakta bekliyordu. Ağzında sigara tekrar gökyüzüne baktı muhatap, bu defa bulutlar sarmıştı gökyüzünü, parlak bir yıldız görmeyi umarken her şey tam tersine dönüvermişti birden. Ortam gitgide karanlıklaşırken birden ışık göründü caddenin bir ucundan. Kadını alıp ondan fersah fersah uzaklaştıracak otobüsün ışıklarının olduğunu anlaması çok uzun sürmedi muhatabın. Kadın bir an önce gitmek ister gibi bir adım daha yaklaştı yola doğru. Cadde, gelen otobüsün ışığıyla aydınlanmıştı. Muhatap yanağına düşen yağmur tanesine aldırmadan kadına doğru adım atmaya başladı. Otobüs ondan daha hızlı yaklaşıyordu kadına. Kadın umarsız ve sabırsızca otobüsün durağa yanaşmasını bekliyordu. Muhatap adımlarını daha da hızlandırdı. Otobüs durağa yaklaşıyordu. Yağmur damlaları artmaya başlamıştı. Sokak lambalarının etrafına bakıldığında ne kadar arttığı belli oluyordu. Muhatap yetişemeyeceğini anlayınca otobüs görüş açısını kapatmadan avazı çıktığı kadar bağırdı. 'Ama neden! ' Otobüs durağa tam yaklaşacakken görüş açısı kapanmadan kadın da sesini duyurmak için bağırarak cevap verdi.
'Çünkü korkuyorsun, her insanın aşamadığı duvarları vardır ama seninkiler aşamayacağın kadar yüksek!'
Otobüs yanaştı kapı açıldı kadın ilk adımını attı, muhatap olduğu yerde kalakalmıştı. Kadın oturdu ve yerine geçti. Muhatap, artan yağmur damlalarının altında ıslanmaya başlamıştı. Otobüs ise mesafeleri artırmaya.
Devam Edecek . .
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kadınların En Güzel Saati
RomanceKaranlık sokaklarında aşkların yaşandığı ütopik bir şehir. Ve o şehrin hayata bakışı en ütopik insanları bir aşkın son demlerini yaşamaktadırlar. Kaybeden her zaman daha çok şey bilenlerdir. Bunun mücadelesi imkansıza dönüşmüş bir aşkın küllerinden...