bir:1:

195 27 14
                                    

Yaklaşık üç saattir oturduğu yerden oraya buraya koşuşan, birbirleriyle konuşarak yürüyen, tek başına somurtarak yürüyen, durakta bekleyen çeşit çeşit insanları izliyordu. Her bir göç ardından bunun gibi bir takım anormal davranışlar sergilerdi. İnsanları, normalde yaptığının aksine hareketlerini kafasının içinde yorumlamıyor sadece izliyordu. Oysa ki şu an iş bulmak gibi ciddi bir meseleyi çözümlemekle uğraşıyor olması gerekirdi. Sadece yeni bir eve yerleşmesi bile onu çok yormuştu. Evi bulması yeterince zor olmuşken, kira konusunda kiracıyla epeyce çatışmıştı. Eski evinden plansız bir şekilde ayrılmış olması, nakliyat işini de hayli geciktirmişti. Ve en azından eşyaları eve gelene kadar bu şekilde oyalanarak zihnini boşaltabilirdi.

Uyuşan bacaklarına kan gitmesi amacıyla ayağa kalkıp, sahil olduğunu tahmin ettiği tarafa doğru ilerlemeye başladı. Elinde tuttuğu yabancı dil kitaplarına baktı. Hiç bilmiyor değildi fakat geldiğinden beri adam akıllı İngilizce konuşabilen kimseyle karşılaşmadığı için zorlanıyordu. Kendi ülkesini terk edecek kadar uzağa gitmesine durup durup sinirlense de, onu ta Fransa'ya kadar sürükleyen şeyi hatırladığında içi acıyarak kendine hak veriyordu. Belki bu sefer başka bir yere gitmesi gerekmezdi. Belki.

Saatlerdir inatla yemek yemiyordu ve şimdi açlığı katlanılamaz hale gelmişti. Ceplerini yokladı. Neyse ki anahtarının yanında bir miktar para da almayı ihmal etmemişti. Gözüne ilk takılan restorana doğru ilerlerken geldiğinden beri bulutlarla kaplı olan hava, ülkenin normalinin aksine güneş açmıştı. Uzaktan lüks gibi görünüp yakınına geldikçe sade ve mütevazi bir yapıya sahip olduğu anlaşılan restoranın -belki de kafe demeliydi- kapısını ittirerek açtığında bir zil sesi duyuldu.

Hemen iki adım ötesindeki, cam kenarındaki masaya kurulup beklemeye başladı. Bu sırada yine dışarıya bakarak insanları incelemeyi ihmal etmedi. Çok geçmeden gözünün önüne doğru uzatılan menü kataloğunu fark etti. "Bienvenue sir."* Duyduğu erkek sesiyle, bakışlarını nazik ellerden kaldırıp adamın yüzüne baktı.

Etkilenmemek işten değildi. Adam daha önce bir kızda bile görmediği bir güzelliğe sahipti. Sarı kirpikleri koyu mavi gözlerini vurgularcasına göz kapaklarına kusursuzca döşenmişti. Henüz yalanmış olduğu belli olan parlak, ıslak, pembe dudakları suratında olabileceğinin en orantılısı şeklinde duruyor, gülümsediğinde inciye benzeyen dişleri gözler önüne seriyordu. Ense uzunluğundaki sarı, ipeğimsi, kıvrımlı saçları enseden toplanmış; tokanın olduğu yere ulaşamayan iki tutam saçı, porseleni andıran temiz yüzünün etrafını süslemişti.

Garson "Ques voulez vous, sir?"* diye sorduğunda kendine gelip bir erkek hakkında düşünmemesi gereken şeyler düşündüğünü fark etti.

Ne zaman aldığını fark etmediği kataloğu telaşla açarken "Laissez moi voir"* diye karşılık verdi. Kahvaltı menülerine bir göz gezdirip parmağını bir tanesinin üzerine koydu. Fiyatlar uygun olduğundan zorlanmamıştı. "Je voudrais numéro trois."*

"A votre service, sir."* Eli titrememesi için zorlanarak menüyü uzatırken dayanamayıp bir bahar çiçeğini andıran çocuğun yüzüne baktı tekrardan. Gülümsemesi insanda samimi olmadığı şüphesi uyandırsa da, yüzüne bu kadar çok yakışıyorken samimi olduğuna inandı. Fakat hemen ardından adamın bir kaç adım ilerledikten sonra yorgunluğunu belli edercesine somurttuğunu gördüğünde omuzları düştü. Zorla gülümsüyor olması moralini bozmuştu. Ya da belki de sadece onunla konuştuktan sonra böyle olmuştu.

Kafasını yeniden dışarı çevirmiş binaları izlerken, masaya konan tabakların sesiyle önüne döndü. Çiçek Çocuk yeniden gülümsedi, "Bon appétit!"*

Suratına baktı ve gülümsemek için kendini zorlamasını istemediğini söylemek için dudaklarını araladı. Ama kelimeleri bir türlü bir araya getiremiyordu. Elini havaya kaldırdı ve başlangıç seviyesindeki Fransızcasına içinden küfredip yumruğunu sıktı. Nefesini vererek yukarı baktı.

Çiçek Çocuk gülünce elini indirip yüzüne baktı. Bu sefer gözlerinin içi de gülüyordu. "İngilizce konuşabilirsiniz efendim."

Neredeyse açacak olduğu ağzını son anda kapatmayı başardı. Başından beri tuhaf aksanına gülüyor olabileceği geldi ilk o anda aklına. Üstüne bir de İngiliz aksanı konuşuyordu. Söyleyecek olduğu şeyi önemsemeyip "Teşekkür ederim" diyerek konuşmayı sonlandırdı ve yemeğine gömüldü. Çiçek Çocuğun yanından ayrılışına göz ucuyla baktı.

****

Hesabı istedikten sonra önündeki boş tabaklara bakmaya başladı. İçinde tanımlayamadığı bir his vardı o anda. Ayrıca hesap için gelen garsonun da Çiçek Çocuk olmadığını görünce morali bozuldu. Hesabı öderken etrafa göz gezdirip onu birisiyle konuşurken görünce daha çok morali bozuldu.Göz göze geldiklerinde hemen gözlerini kaçırıp eşyalarını aldı ve çıktı.

Adamın saçları zihninde belirdi bir kaç kez. "Ne kadar da parlaklardı öyle." Zihnindeki görüntü gözlere doğru kayarken kafasını salladı ve kendisini eşyalarının nakil durumunu düşünmeye zorladı. Aslında eşyalar, bir zamanlar bu ülkede yaşamış olan büyük babasına aitti. Uzun bir zaman önce ölen büyük babasının mirası doğrudan ona kalıyordu ve zevkleri de uyduğu için şimdi eşyaları kendi evine taşıyordu.

Düşüncelerini, arkasından koşan birinin yaklaştıkça artan ayak vurma sesleri bölmüştü. "Bayım! Bayım kitabınızı unutmuşsunuz." Arkasını dönüp nefes nefese kalmış adama baktı. Adam nefesini düzene soktuktan sonra kitabı uzattı.

"Teşekkür ederim" diyerek elini kitaba uzattı fakat tutamadan adam kitabı çekti ve kafasını eğip kitabı inceledi.

"Güzel kitap zevkiniz varmış." Havada kalan elini indirip kafasını salladı. "İngiltere'de kaldığım zaman bu yazarın bir kitabına denk gelmiştim. Bir kaç tanesini okudum fakat daha sonra ülkeme döndüğümde yazarın hiçbir kitabını bulamadım." Adam kitabı bir süre daha inceledikten sonra kafasını kaldırdı ve gülümseyerek kitabı verdi. "İyi günler efendim."

Konuştuktan sonra Çiçek Çocuğun neden bu kadar iyi İngilizce konuştuğuna ve kendisi konuştuğunda değişik Fransızca aksanını nasıl ayırt edip İngiliz olduğunu anlamasına mantık verdi. Adam tam gitmek için arkasını dönmüşken "Bekle" dedi. Kafasını çevirip soru dolu gözlerle bakmaya başlayınca kafasını kitaptan kaldırdı. "Bak. Eğer sen de kabul edersen tabii, bir anlaşma yapalım. Sen bana
Fransızca dersleri ver, ben de sana kitap getireyim."

Adamın önce gözleri parladı. Bakışlarını yukarıda gezdirdikten sonra İngiliz'in suratına geri çevirdi ve "Çok iyi fikir" diye şakıdı.

Çiçek Çocuğun bu mutlu haline tebessüm edip elini uzattı. "Pekala. Öyleyse anlaştık..." cümleyi tamamlamasını bekleyerek gözlerini kıstı.

"Francis" dedi adam elini sıkarken. "Francis Bonnefoy. Ve siz..."

"Arthur Kirkland. Memnun oldum."

"Ben de memnun oldum, efendim."

"Saygı ve çoğul eklerini bırak lütfen, artık arkadaş sayılırız." diye çıkıştı Arthur.

"Pekala Arthur. Öyleyse... görüşmek üzere!"

Adamın elini bırakırken gülümsemesine aynı şekilde karşılık verdi. "Görüşmek üzere."

Arkasını dönüp gidişini, on saniye kadar izledikten sonra, ters yöne doğru yol aldı. Ne kadar mantıksızca olduğunun farkında olsa da aptal gülüşünü durduramıyordu.

****

*Hoş geldiniz efendim.

*Ne istersiniz efendim?

*Ben bir bakayım.

*Üç numarayı istiyorum.

*Elbette efendim.

*Afiyet olsun!

****

Aslında bölüm beklediğimden kısa oldu ama... vay canına yazmak ne kadar uzun sürüyormuş, Allah yazanlara sabır versin. Şu dipnot şeysiyle de baya uğraştım, deli etti beni. En sonunda böyle yaptım. Neyse, iyi günler~~









NOMADICHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin