Seyyid İmadeddin Nesimi (d. 1370 ? - ö. 1418?, Halep)
Seyyid Nesimî mahlası ile tanınan, 14.yy Hurufi Türk şairi. Azeri Türkçesinde ve Farsça divanlar yazmış, ayrıca Arapça da şiirleri vardır.
1369-1370 yılları arasında olduğu Azerbeycanın Şamahı Şehrinde doğmuştur. İdamının da 1418 veya 1419 yılında olduğu tahmin edilmektedir.
İdam sebebi ise Mansûr un söylmlerine benzer sözleridir.
Bilinen seçkin şiirlerinden biri ise şöyledir;
Hâr içinde biten gonca güle minnet eylemem
Arabi Farisi bilmem, dile minnet eylemem
Sırat-i müstakim üzre gözetirim rahimi
iblisin talim ettiği yola minnet eylememBir acaip derde düştüm herkes gider kârına
Bugün buldum bugün yerim, Hak kerimdir yarına
Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
Rızkımı veren Huda'dır kula minnet eylemem.Oy nesimi, can Nesimi ol gani mihman iken
Yarın şefaatlarım ahmed-i muhtar iken
Cümlenin rızkını veren ol gani settar iken
Yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylememBazı tuyuğlarında ise aşkı ve meşrebi anlaşılır biçimdedir.
Bî-vefâ dünyadan umma vefâ
Çünki yokdur dünye yokdan ne safâ
Rencine düşüp anun çekme cefâ
Bulmaz anun hastası hergiz şifâ
Bir diğer tuyuğsunda;
Bi vefa dünyadan usandı gönül
Yok dedi dünyayı yok sandı gönül
Düştü aşkın oduna (ateşine) yandı gönül
Vahdet-in kand abına (birliğin şerbetine) kandı gönül
Hiç şüphe yok ki Aşk çok ulvi bir değerdir lakin tek başına aşk dahi nakısdır. Aşk bile ilimsiz biçaredir. Bunu ancak ilim ehlinin gözüyle bakan anlayabilir. Said i Nursi (K.S ) konuyu şöyle açıklıyor;
Tarîkatın gayet mühim bir meşrebi olan "Vahdet-ül Vücud" namı altındaki Vahdet-üş Şuhud, yani Vâcib-ül Vücud'un vücuduna hasr-ı nazar edip, sair mevcudatı, o vücud-u Vâcib'e nisbeten o kadar zaîf ve gölge görür ki, vücud ismine lâyık olmadığını hükmedip, hayal perdesine sarıp, terk-i masiva makamında onları hiç saymak, hattâ madum tasavvur etmek, yalnız cilve-i esma-i İlahiyeye hayalî bir âyine vaziyeti vermek kadar ileri gider.
İşte bu meşrebin ehemmiyetli bir hakikatı var ki: Vâcib-ül Vücud'un vücudu, iman kuvvetiyle ve yüksek bir velayetin hakkalyakîn derecesinde inkişafıyla, vücud-u mümkinat o derece aşağıya düşer ki, hayal ve ademden başka onun nazarında makamları kalmaz; âdeta Vâcib-ül Vücud'un hesabına kâinatı inkâr eder.
Fakat bu meşrebin tehlikeleri var. En birincisi şudur ki: Erkân-ı imaniye altıdır. İman-ı billahtan başka, iman-ı bilyevm-il âhir gibi rükünler var. Bu rükünler ise, mümkinatın vücudlarını ister. O muhkem erkân-ı imaniye, hayal üstünde bina edilmez! Onun için, o meşreb sahibi, âlem-i istiğrak ve sekirden âlem-i sahve girdiği vakit, o meşrebi beraber almamak gerektir ve o meşrebin muktezasıyla amel etmemek lâzımdır. Hem kalbî ve halî ve zevkî olan bu meşrebi, aklî ve kavlî ve ilmî suretine çevirmemektir. Çünki Kitab ve Sünnetten gelen desatir-i akliye ve kavanin-i ilmiye ve usûl-ü kelâmiye o meşrebi kaldıramıyor; kabil-i tatbik olamıyor. Onun için, Hulefa-yı Raşidîn'den ve Eimme-i Müçtehidîn'den ve selef-i sâlihînin büyüklerinden, o meşreb sarihan görünmüyor. Demek, en âlî bir meşreb değil. Belki yüksek, fakat nâkıs. Çok ehemmiyetli, fakat çok hatarlı. Çok ağır, fakat çok zevklidir. O zevk için ona girenler, ondan çıkmak istemiyorlar, hodgâmlık ile en yüksek mertebe zannediyorlar. Ehl-i Vahdet-ül Vücud, o kadar vücud-u İlahîye kuvvet-i iman ile ehemmiyet veriyorlar ki, kâinatı ve mevcudatı inkâr ediyorlar. Maddiyyunlar ise, o kadar mevcudata ehemmiyet veriyorlar ki; kâinat hesabına, Allah'ı inkâr ediyorlar. İşte bunlar nerede? Ötekiler nerede?
(Mektubat - 448)