Siyaha boyanmaya çalışılmış fakat koruduğum umutlarım. Hala taze, hala canlı umutlarım. Bana güç veren, beni ayakta tutan umutlarım. Hayatımın kurulu olduğu tek kelime olan, umutlarım...
Koluma yapılan sert baskı sonucu gözlerimi araladım. Koyu kahverengi gözler. Ne kadar da canlı ve parlak bakıyorlardı.
"Bir an hiç uyanmayacaksın sanmıştım." Kısık seste mırıldandığı cümleyi duymuştum ama cevap vermedim. Ne diyebilirdim ki? Ben sadece O' nun gözünde, yardıma muhtaç küçük bir kızdım. Belki de zavallı bir kız. Kim bilebilir ki?
Arabadan inip, adamın peşine takıldım. Hızlı yürüyordu. Hızlı ve kendinden emin... Ben ise; omuzları çökmüş, çıkıntılı yolda düşmemeye çalışan bir kızdım. Etrafda ki ağaçlar ortamı daha ürkütücü gösteriyordu. Uzun yemyeşil ağaçlar, rüzgâr sayesinde hışırtılı sesler çıkarıyordu. Dallardaki yapraklar bir o yana bir bu yana sallanıyor, rüzgârın şiddetine dayanamayan yapraklar yere düşüyorlardı. Etrafı incelerken, ansızın dizlerimin üstüne düştüm. Dizlerim zonkluyordu ve kendimi kötü hissediyordum. Sanki rezil olmuş gibi... Gözlerim anında dolarken, ellerimle yerden destek alarak ayağa kalktım. Kafamı kaldırdığımda, ışıldayan kahverengilerle karşılaştım. Aramızda mesafe olmasına rağmen, gözlerinin parlaklığı 'Ben buradayım" diyordu. Gözleriyle güven mi vermek istiyordu, yoksa dikkatli olmamı mı istiyordu anlayamamıştım.
Hırkamın uçlarını daha çok çekiştirip, avuçlarımın arasında sıktım. Göz temasını kesip yürümeye başladığında, hemen ardından bende ilerledim.
Ahhh.... İçimde ki harabe olmuş duygularım... Nasıl da incinmiş, nasıl da darbeler almıştı... İyileştirilebilirdi fakat izleri her daim kalacaktı.
İki katlı koskocaman bir ev. Beyaz bir dış kapı, altın sarısı tokmağı, hemen yandaki duvarın yanında kahverengi küçük bir zil. Adam ceplerini yoklarken, etrafa bakıyorum. Sanırım arka bahçesi vardı. Kapının açılma sesiyle, küçük adımlarla evin içine girdim. Etraf birden aydınlanırken, ışığa karşı ellerimi siper ettim. Ufak antrenin hemen girişinde beyaz bir portmanto, yerde tüylü krem rengi bir halı vardı. Portmantonun neredeyse üç metre ilerisinde yukarıya doğru uzanan ahşap merdivenler vardı. Adam, çıkardığı ayakkabılarını portmantonun kapağını açıp yerleştirdiğinde, bende O'nu taklit ettim. Ufak adımlarımla adamı takip ettiğimde, geniş siyah koltukların olduğu bir odaya geldik. Üçlü koltuğun karşısında büsbüyük bir televizyon vardı. Hem büyüktü hem de ince bir televizyondu. Hayatımda ilk defa görmüştüm.
Şaşkın bakışlarla etrafı izlerken, boğaz temizleme sesiyle bakışlarımı o yöne çevirdim. Bacaklarını iki yana açmış, sırtını tekli koltuğa yaslamıştı. Elleriyle gösterdiği, oturduğu koltuğun çaprazındaki üçlü koltuğa oturdum. Diken üstünde gibi hissediyordum. Bacaklarımı sımsıkı birbirine bastırdım. Ellerimi nereye koyacağımı bilmediğim için, kucağımda birleştirdim.
"Burası yaşayacağımız ev." Sert sesi beni konuşmaya zorlar gibiydi. Ne söylemeliydim bilmiyorum. Söyleyecek bir şeyim olmadığından olumlu anlamda kafamı salladım.
"Nasıl buldun evi?" Omuz silktim. Güzel veya kötü olması neyi değiştirecekti ki? Göz ucuyla adama baktığımda, oturduğu yerde dikleşmişti. "O zaman odana götüreyim seni. Yarın yeterince zor olacak bizim için."
Hızla kafamı kaldırdığımda, arkasını dönmüş ahşap merdivenlerden çıkıyordu. Neyi kastetmek istemişti? Ne yapacaktı ki uzun olacaktı? Acaba bu adamda mı Onlar gibiydi? Vücuduma yaralar açıp bir şeyler mi yapacaktı? Merdivenlerin sonuna geldiğimizde, hafifçe omzuna dokundum. Yaşlarla dolan gözlerim yüzünden, sert çehresini buğulu görüyordum.
Kafamı kaldırıp, yutkunduktan sonra konuşmaya başladım. "Sen- sende mi vü- vücuduma bir şeyler yapa- yapcaksın?" Yarı kekeleyerek sorduğum soruya, kaşlarını çatarak karşılık verdi. O evde çok fazla konuşmadığım için arada kekeliyordum. Koca bir adım atıp, tam dibime geldi. Güzel kokuyordu. Çok güzel...
"Hayır, hayır. Sana öyle bir şey yapmayacağım. Sadece oturup konuşacağız." Bu sefer sesi sert değildi. Çok yumuşak ve nayifti. Sanki, beni ürkütmek istemiyor gibiydi. Kafamı salladığımda, tekrar önüne dönüp yürümeye başladı. Önünden geçtiğimiz iki kapının ardından durdu. Tokmağı çevirip içeri girdi. Bende hemen arkasından içeri girdim.
Koskocaman bir yatak vardı. Üzerine mor çiçekli bir nevresim örtülmüştü. Yatağın hemen yanında ufak bir komodini, kapının yanında büyük dolap vardı. Odanın içerisinde balkon olması beni çok şaşırmıştı. Nasıl bir odanın içerisinde balkon olabilirdi ki? Oradaki odamda pencere bile yoktu. "Bu- burası benim odam mı?" Odanın ortasına doğru yürüdüğümü yeni farkettiğimde, arkama döndüm.
Ellerini ceplerine sokup, omuzlarını silkti. Ahh bir bilseydi bana ne kadar büyük bir dünya verdiğini... Ahh bir bilseydi bana ne kadar büyük mutluluk verdiğini... Ahh bir bilseydi bana kocaman umutlar vediğini, böyle omuzlarını silkip geçistirmezdi. "Çantanı arabada unutmuşuz, hemen alıp geliyorum." Bana cevap hakkı tanımadan odadan çıktığında, yatağıma doğru ilerledim.
Mis gibi kokuyordu. Ne kusmuk, ne yemek, ne de kan konusu vardı. Mis gibi deterjan kokuyordu. Yatağın üstüne yavaşça oturdum. Rahattı. Ne yayları tenime batıyordu, ne de sertti. Yumuşacık, can yakmayan bir yataktı. "Çantanın içinde kıyafet olduğunu sanıyordum." Gözlerimiz buluştuğunda, elinde tuttuğu Pembe Panterimi gördüm. "Şey benim giyecek bunlardan başka kıyafetim yoktu." Utana sıkıla cümleyi toplarlamıştım. Aslında benim elinde tuttuğu Pembe Panter hariç sahip olduğum somut hiç bir şeyim yoktu. Kafamı utançla yere eğip, parkeye değmeyen ayaklarımı salladım. Yanıma konan Pembe Panterimi kucağıma çekip, yumuşak yüzeyiyle oynamaya başladım.
"Al. Yatarken bunları giy. Senin için bir şeyler getirmelerini söylerim." Kafamı belli belirsiz sallayıp, beni odanın içindeki başka kapıya yönlendirmesine izin verdim. Tokmağı çevirip, içeri girdiğimde, banyo olduğunu gördüm. Bugün şaşırma kotamın dolduğunu sanıyordum. Tertemiz bir banyo. Hem de kapısı olan, açık seçik olmayan bir banyo. İlk defa kendimi şaslı hissettim. İlk defa hayatın bana karşı merhametli davrandığını hissettim. İlk defa birinin beni mutlu ettiğini hissettim. Gözlerimden akan yaşları elimin tersiyle silip; "Allah'ım binlerce kez şükürler olsun." diye fısıldadım.
Üstümdeki kokmuş kıyafetleri çıkarıp, aynı adam gibi güzel kokan kıyafetleri giydim. Çok bol gelmişti fakat rahattı. Aynanın karşısına geçip, kendimi inceledim. Ağladığım için çillerim belirginleşmiş, gözlerim kızarmıştı. Tepeden topuz yaptığım saçımdan bir kaç tutam firar etmişti. Musluğu açıp avucumun içine soğuk su doldurup yüzümü yıkadım. Yanda asılı duran beyaz havluyu alıp, ellerimi ve yüzümü kuruladım. Aynadan tekrar kendime baktığımda gülümsüyordum. Mutluluktan mı yoksa kendi mi özgür hissettiğimden mi bilemiyorum. Ama gülümsüyorum işte. Nedeni önemli değil, gülüyorum...
Kapıyı açıp içeriye doğru göz gezdirdim. Adam, elleri ceplerinde, yere kadar uzanan pencerenin önünde öylece duruyordu.
Umutlarımın zirvesine yerleştirdiğim adam... Özgürlüğümün zirvesinden bana el uzatan adam... Mutluluğumun zirvesinden bana sırıtan adam... Her şeyimin zirvesine yerleştirdiğim adam...
"Uyu hadi." Bana dönmeden konuşması, yerimden sıçramama neden oldu. Camın yansımasından gözlerimiz buluştuğunda kafamı yere eğip, yatağa doğru adımladım. Örtüyü kaldırıp içine girdim, Pembe Panteri de hemen yanıma aldım. Adam öylece kapıdan çıkacakken elimde olmadan bağırdım. "Tanışmadık!" Yavaşça arkasına dönüp, yatağa doğru yaklaşırken, dudaklarını yaladı. Yatağın başında dururken, hemen doğruldum. "Kenan." , "Aden". Aynı anda konuşmamız komik gelmiş olacak ki, dudakları yukarı doğru kıvrıldı. Ellimi uzattığımda, gülümsemesi genişlerken elimi sıktı.
Kafamı yastığa koyup, gözlerimi kapattığımda son söylediği kulaklarımda çınladı; "Aden... Cennet bahçesi..."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIRINTILI UMUTLAR
Teen FictionNeydi ruhumdaki bitmek bilmeyen bu umut? Bir serçe misali konmuş ruhumun en derinliklerine, dışarıya çıkmak için kanatlarını hızlıca çırpıyor. Yüreğimi dağlıyor, canımı yakıyor... Göz yaşlarım durmak bilmiyor, ruhumda çırpınan serçenin kanatlarını...