Neredeyse bitmek üzere olan ödevime küçük bir bakış attım. Şu dünyada en çok nefret ettiğim şey saçma sapan ödevleri yapmaktı ama beklenilenin aksine başarılı bir öğrenciydim. Ailemin ve öğretmenlerimin benim için o kadar büyük planları vardı ki… Ağzımı açıp “Bu benim hayatım.” Diyemiyordum. “Doktor değil, bir şarkıcı olmak istiyorum” sözleri çıkamıyordu bir türlü ağzımdan. Birkaç kere denemeye kalksam da bir ton azar yiyip ağzımı kapamak zorunda kalıyordum. Hayır, beklediğiniz gibi hiçbir zaman ders çalışmaya zorlanmadım. Beni buna zorlayan şey kıskançlığımdı. Abim ailemin hedeflediği liseyi kazanamayınca bizimkiler beni takmamaya başlamışlardı. Tek bir Allah’ın günü bana yardım etmediler. Birkez olsun veli toplantıma gelmediler. Ağızlarında tek bir bahane vardı: “Biz sana güveniyoruz.” İronik olan şey ise beni umursamıyor gibi gözüküp Türkiye derecesi istemeleriydi. SBS de 100 sorudan 5 yanlış yapıp 479 puan almama bile kızmışlardı ki bu konuya sonra geleceğim. 2 saatimi ayırıp yaptığım küplere zaferle baktım. Yapmam gereken tek bir şey kalmıştı. Önceden planladığım gibi küpleri birleştirmek ve uyumak. Ama o an hayatımın hatasını yapmıştım. –Hayatımın kazası da diyebiliriz- Küpler sandalyemin üzerinde düzgün bir şekilde duruyordu, fakat düzgün duramayan bendim. Kütüphanemin kenarına ayak küçük parmağımı çarpmamla –Ki nasıl bir acı olduğunu anlatma ihtiyacı duymuyorum.- kendimi sandalyenin üstünde buldum. Evet, düşüp kafamı kırmamıştım ama sadece sandalyemin değil lanet olası küplerin de üzerindeydim! “Keşke kafamı kırsaydım” diye söylenerek yavaşça kalktım. Pestili çıkmış ödevime hüzünle baktım. Sağ omzumdaki şeytancık sopasını bana batırarak “ Ne b*k yiyeceksin şimdi? Bugün son günündü. Ödev için 1 hafta geç kalmıştın zaten. Bittin kızım sen!” Sinirden patlayacak gibi hissetmiştim o an. Hatta o sinirle tüm okulu yakıp büyük bir sevap işleyebilirdim; ama buna zamanım yoktu. Sabahlayacağımı anladığımda içime bir öküz sürüsü oturmuştu sanki. Yeni aldığım Agatha Christie kitabını okuyamayacaktım. “Lanet girsin!” “Anne, markete gidip karton alacağım.” Annem mutfak kapısından kafasını çıkartarak bana baktı: “Tamam. Oyalanma, geç oldu.” Ayakkabılarımı giyip kendimi dışarı attım. Sinirim geçmek bilmemişti. Ben karton bakarken başımda dikilen görevliyle sinir katsayım artmıştı. Kafamda dikilip ne yaptığımı izlemelerinden nefret ediyordum. Ne yapacaktım yani? Kocaman kartonu münasip yerime sokup, parayı vermeden kaçacak mıydım? Otomatik kapı benim için açılınca yüzüme vuran rüzgarla bir nebzede olsa rahatlamıştım. Yıldızları izlemek için güzel bir geceydi ve ben yapmış olduğum ödevi tekrar yapmak zorunda kalmıştım. Evet, adalet sadece bir kadın ismiydi! Sanırım benim için dönüm noktası bu olmuştu. Sadece elindeki bira şişesini görebildiğim gerizekalının teki bana omuz atmıştı. Hayır, problem ağrıyan omzum değil, dünkü yağmur yüzünden oluşan çamura düşen kartonlardı. “Gözlerini ne bok için kullanıyorsun ki?” Kafamı kaldırmadan küfretmek kolaydı ancak başımı kaldırınca nasıl bir salaklık yaptığımın farkına varabilmiştim. Çocuk en az 1.80 di –Ki bu benim gibi 1.60’lık bir kız için devasa bir boyut demek- Masmavi gözlü ve siyah saçlı bir çocuktu. Gözlerini kullanmak zorunda değildi. Baksa yetebilirdi; çünkü çok güzellerdi. Gerçekten. “Sen de gözlerini önüne bakmak için kullanıyormuş gibi durmuyorsun. İncelemen bittiyse kenara çekil.” Güzel. Bir tek aşağılanmadığım kalmıştı. Ve tabi bana bakıp gülen ve “Daha sebi lan bu” diyen çocukları saymıyorum. O an nasıl düşündüm bilmiyorum. Nasıl bir ruh halim olduğunu da kestirebilmiş değilim ama “Gerçekten p*çin tekisin” demek için iyi bir ruh hali gerekmiyordu. Hangi akıl sarhoş olma ihtimali yüksek bir “hayvana” kafa tutardıki? Neyseki fazla bir şey olmadı. “Biliyorum. Bunu söyleyen ilk kişi değilsin.” Diyerek yarım gülümsedi ve önümden çekildi. Bende markete geri dönüp yeni kartonlar almaya gittim. Döndüğümde o yoktu. Ama içimde büyük bir korku oluştuğunu inkar edemezdim. Uzun bir gece geçirdim. İşim bittiğinde gecenin 2’si olmuştu ve yatakta dönüp durmaktan uyuyamamıştım bile…