la vie en rose

56 4 7
                                    

Gözlerimi açtığımda kendimi sonunu göremediğim büyük bir salonda buldum. Bense sahnedeydim. Ellerime kaydı gözlerim; önünde oturduğum büyük, siyah kuyruklu piyanonun üzerinde gezinen parmaklarıma baktım. Mat siyah oje sürdüğüm tırnaklarım piyanonun beyaz tuşlarıyla tezat içindeydi. Kemik renginde, bembeyaz olmuş tenim, üzerimdeki siyah mini elbisenin açıkta bıraktığı bacaklarımda açıkça belli oluyordu. Kalabalığa bakmak midemin bulanmasına sebep olmuştu, o yüzden kapattım gözlerimi. Kafamı hafifçe piyanoya doğru eğip beyaz tenimde kaybolan kısa, sarı saçlarımın yüzüme düşmesine izin verdiğimde müzik sesini duydum. La Vie en Rose. Müziğin her hücremi doldurmasına izin verip usulca bıraktım kendimi. Huzurla iç çekip kendimi melodiye teslim ederken piyanonun üzerinde hareket eden parmaklarımı fark ettim. Başından beri müziğin kaynağı bendim, aldırmadım. Parmaklarım ritmi artan müzikle birlikte hızlanırken istemsizce mırıldanıyordum şarkıyı; belki biraz Edith Piaf, biraz da Louis Armstrong. Kalabalığın önünde olduğumu unuturcasına, sanki kendimden bile yalnızmışcasına bir hüzünle devam ettim çalmaya, gözlerim kapalı...

Tough I close my eyes
I see la vie en rose*

Şarkı bittiğinde, parmaklarım son notayı serbest bırakıp büyük bir sessizliğe sırasını bıraktığında gözlerimi açmadan öylece bekledim. Ellerim piyanonun üzerinden usulca bacaklarıma düştü, elimin üzerinde hissettiğim bir soğukluk ne olduğunu sorgulamama sebepken ağladığımı fark ettim ancak. Gözümden akan yaşlar yüzümde takip ettiği çizgilerden sonra yavaşça boynuma süzülüyordu. Ince askılı elbisemin açıkta bıraktığı omuzlarım ve sırtım nerden geldiğini bilmediğim bir esintiyle ürperirken bir el hissettim ellerimin üzerinde. Gözlerim tedirgince ellerimin üzerindeki elin sahibini bulduğunda piyanonun önündeki koltukta birlikte oturduğumuzu gördüm. Kimdi? Yüzlerimiz birbirine o kadar yakındı ki, dudaklarımızın arasında yalnızca birkaç santim vardı. Buğday renginde bir teni, deniz yeşili gözleri vardı. Hem sıcak, hem de uçsuz bucaksız bir orman gibi karanlık. Bataklık gibi insanı içine çekiyordu.

"Kimsin sen?" dedim titrek sesim, kesik nefesimle. Ellerim hala avucunun içindeydi. Ben elimi çekmeye çalışırken sımsıkı doladı parmaklarını parmaklarıma, diğer eli yüzüme doğru uzanıp köprücük kemiğimin üzerine yerleştiğinde nefesini nefesimde hissettim.

"Benimle gel," dedi benim tam tersime net, kadife gibi sesiyle. "Kapat gözlerini." Gözlerimi kırpmadan bakıyordum gözlerindeki okyanusa, ne yapabilirdim bilmediğim yerlerde? Ona söyleyebilir miydim bugüne kadar ayağımın değmediği yerlerde yüzmediğimi hiç? Bir kaşık suda boğulan ben, okyanusta hayatta kalabilir miydim? Düşünmedim, sadece gözlerimi kapattım. Elleri ellerimdeydi...

Gözleri görmeyen insanların diğer duyularını daha iyi kullanabildiklerini söylerler. Aynı şekilde, bir insanın gözleri kapalıyken daha iyi koku aldığı veya daha iyi duyduğu da bunun benzeri bir teoridir. Şimdi rüzgara karşı gözlerim kapalı beklerken ilk kez tecrübe ediyordum bunu. Kulağımı dolduran rüzgar sesine rağmen çok uzaklardan gelen melodiyi duyabiliyordum mesela.

Hold me close and hold me fast
The magic spell you cast**

Temiz havayı içime çektim usulca, omuzlarımı kendime doğru çekip nerde olduğumu anlamaya çalıştım. Gözlerimi sımsıkı yummuş, yüzümden süzülen gözyaşlarını umursamazken çocukluğumdan kalma bir koku kapladı her yanımı buram buram. Hani böyle dilinin ucundadır ama hatırlamazsın ya, hem tanıdık hem de kilometrelerce uzak bir kokuydu bu. Hem doya doya içime çekmek, hem de ne olduğunu kestiremediğim bu hatıradan koşarak kaçmak istiyordum. Çocuk oyunlarında saklıydı hatırası, her okul çıkışında gizli bir iş yapmanın verdiği huzurla koşarak gittiğimiz o meşrubatçı amcanın tebessümüydü.

"Sen nerdeydin bugüne kadar?" dedi sanki bir asır önce kendimi ellerine, gözlerine emanet ettiğim yabancı. Gözlerimi açtım yavaşça, belirsizlik beni hem korkutuyor hem heyecanlandırıyordu. Önce etrafıma baktım ne olduğunu anlamaz bir halde, bomboş bir caddenin tam ortasındaydım. Hava kararmıştı. Buranın neden bu kadar boş olduğunu, niye kimsenin olmadığını düşünürdüm normalde, ama zihnimi susturdum. Etraftaki kepenkleri indirilmiş sıra sıra dükkanları, önünde kuyruk olmayan atmleri, hiçbir ışığı yanmayan trafik lambasını buldu gözlerim sırayla, en son da onu. Üzerinde eskitilmiş siyah bir kotla V yaka bol, beyaz bir tişört vardı. Kendi üzerime baktım sonra, konserdeki siyah elbisem kaybolmuştu. Benim üstümde de pudra rengi, pileli bol bir etek ve açık mavi renkte kot bir gömlek vardı. Bağlanmayacak kadar kısa olan saçlarım yüzüme düşmemesi için bir tokayla arkadan toplanmıştı. Ellerime, french yapılmış tırnaklarıma baktım. Bu ben değildim. Bu kıyafetler, saçlar, bu beden hatta zihnimden geçenler bile bana ait değildi sanki. Nerdeydim ben, ne yapıyordum?

"Kimsin sen?" Gözlerimi kısarak baktım ona, tedirgin. Iki büyük adımla yanıma geldi sonra, elini bana doğru uzattığında ani bir kararla bir adım geri gittim ben de. "Kimsin," diye sordum tekrardan, bu sefer bağırarak. Dudaklarını buruk bir gülümseme kaplamıştı. Kim olduğu hakkında hiçbir fikrim yokken gözlerinin bu kadar tanıdık olması normal miydi? Bakışları sanki bedenimi delip ruhumu okuyordu. Ben onu tanımıyordum, ama karşımdaki kişinin beni tanıdığından bir an bile şüphe edemezdim.

"Dikkatli bakarsan hatırlayacaksın," dedi. Sesi hala kendinden emin, tereddütsüzdü. Alnına düşen saçlarını itti eliyle, diğer elini bana doğru uzatmıştı. Parmakları hafifçe aralanmış, beni bekliyordu sanki. Kollarımı bedenime sardım sıkıca, üşüyordum. Bir adım daha geri çekildim yavaşça, kırık bir sesle mırıldandım. "Seni tanımıyorum." Bana doğru bir küçük adım attı usulca, ellerini kaldırıp kafasını salladı. Bu sefer onun sesi de benimki gibi kırık çıkmıştı. "Beni benden bile iyi tanıyorsun sen," diye fısıldadı. "Ben de öyle," diye devam etti sonra, " Seni kendimden çok biliyorum ben, senden içerdeki seni bir tek ben görüyorum." Bir adım daha yaklaştı bana, sonra bir adım daha, sonra bir adım daha... Gözlerimi kapattım. Ağlamak istemiyordum, ama herkes başka tarafa çekmeye çalışırken beni, direnmekten yorulduğumu hissediyordum. O yüzden kollarıyla beni sımsıkı sardığında onu itmedim. En nihayetinde gardımı indirmeye ihtiyacım vardı benim de, karşımdaki bir yabancı olsa da.

Başımı göğsüne yasladığımda gözlerim kapalı durduğum andaki o kokuyu duydum yine, çocukluğumun kokusunu. "Kimsin sen?" diye mırıldandım tekrar. Kimsin sen? Elleri yüzümün iki yanına yerleşip beni kendine bakmaya zorladığında gözlerimi tekrar açtım. Ellerimi yüzümü çevreleyen ellerinin üstüne koydum usulca; elleri ellerimde, gözleri gözlerimdeydi. "Bir önemi var mı,"diye sordu bir nefeslik mesafedeyken, var mıydı sahiden? Hayatım boyunca delirmek istememiş miydim? Bu yaptığım ancak bir delinin şanına yaraşırdı.

"Hayır," dedim. "Hayır, yok."

Dudakları yavaşça benimkilerin üzerine kapandığında kendimi hayatım boyunca hiç hissetmediğim kadar çaresiz, bir o kadar da güçlü hissettim sanki, onlarca cevapsız soruyu ardıma alıp kollarında olduğum yabancıya bıraktım kendimi, sonunu hiç düşünmeden. Onu tanımıyordum, ama biliyordum. Düşersem tutardı.

*Gözlerim kapalı olsa bile toz pembe bir hayat görürüm. // La Vie en Rose
**Yaptığın büyünün etkisi geçmeden bana sımsıkı sarıl. // La Vie en Rose

önsöz: ELİZHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin