Sohbet

107 5 0
                                    

Ce­nâb-ı Mev­lâ, in­sa­noğ­lu­nu bü­tün mah­lû­ka­tın için­de en mü­kem­mel, müm­taz ve mü­ker­rem ola­rak ya­rat­mış­tır.

İn­san bu mü­kem­me­li­yet ve mü­ker­re­mi­ye­ti­ni id­rak edip, Al­lah'ın ke­lâ­mı­na ve Fahr-i Âlem'in (s.a.v) be­yan­la­rı­na ku­lak ve­rir ve bun­la­rı ha­li­sa­ne ya­şa­ma­ya gay­ret eder­se, iş­te o za­man fe­lâ­ha eren­ler­den olur. Ce­nâb-ı Zül­ce­lâl'in, me­lek­le­ri­ne kar­şı if­ti­har et­ti­ği övül­müş in­san­lar züm­re­si­ne gi­rer.

Ha­bîb-i Kib­ri­yâ Efen­di­miz (s.a.v), bü­tün dün­ya­da İs­lâm'ın şa­şır­tı­cı bir hız­la ya­yıl­ma­sıy­la ne­ti­ce­le­nen hiz­me­ti­ni, soh­bet­le in­san­la­rı ye­tiş­ti­re­rek baş­lat­mış­tı. Onun soh­be­tiy­le ter­bi­ye olan ve en şe­ref­li ne­sil ol­ma lut­fu­na eren bu in­san­la­ra as­hâb-ı ki­râm de­nil­mek­te­dir ki, bu ifa­de­nin bir mâ­na­sı soh­bet­le ye­ti­şen­ler, ol­gun­la­şan­lar­dır.

Fahr-i Kâ­inat Efen­di­miz'in (s.a.v) soh­be­ti öy­le bir ter­bi­ye­ye ve­si­le idi ki, in­san­la­rın yır­tı­cı­lık­ta vah­şi hay­van­la­rı geç­ti­ği bir or­tam­da as­hâb-ı ki­râm, bü­tün im­kân­sız­lık­la­ra rağ­men ba­rı­şı, bir­lik ve be­ra­ber­li­ği te­min et­miş, in­san­lı­ğın kur­tu­luş mo­de­li ol­muş­tu. Ta­ri­hin hiç­bir dev­re­sin­de bu şe­kil­de cen­net ha­ya­tı­nın da­ha dün­ya­da iken ya­şan­dı­ğı gö­rül­me­miş­tir, gö­rül­me­ye­cek­tir de...

Rab­bü'l-âle­min'in soh­bet­le­re ay­rı bir na­za­rı var­dır. İs­lâm ah­lâ­kı­nı öğ­ren­mek, bir­bir­le­riy­le kar­deş­lik kur­mak, ay­rı­lı­ğı, tef­ri­ka­yı ber­ta­raf et­mek için bir ara­ya ge­lip soh­bet eden mü­min­le­re me­lek­ler da­hi gıp­ta eder­ler. Eğer bu soh­bet­ler iyi de­ğer­len­di­ri­lir­se, in­san­lar süf­li­lik­ten kur­tu­lur, yük­sek de­re­ce­le­re ka­nat açar­lar.

Soh­be­tin bu öne­mi se­be­biy­le bü­yük­ler, "Yo­lu­muz soh­bet üze­ri­ne­dir" bu­yur­muş­lar­dır. Do­la­yı­sıy­la, soh­be­ti ter­ke­den, bü­yük­le­rin ta­rif et­ti­ği yo­lu ter­ket­miş olur. Ay­rı­ca soh­be­tin mü­ek­ked bir sün­net ol­du­ğu­nu da bil­me­miz ge­re­kir.

Bu­ra­da sö­zü edi­len soh­bet, dı­şa­rı­dan ba­kıl­dı­ğın­da her­han­gi bir soh­bet­ten çok fark­lı gö­zük­me­se de, önem­li ba­zı özel­lik­ler ta­şır. Bu özel­lik­le­rin en baş­ta ge­le­ni, ya­pı­lan soh­be­tin ga­ye­si­dir. Soh­bet­ten ga­ye, Ce­nâb-ı Mev­lâ'nın rı­za­sı­nı tah­sil, kal­bin ih­ya­sı, ebe­di­yet yo­lun­da ge­rek­li bil­gi­le­re ulaş­mak, gü­zel ah­lâk ve edep yo­lun­da me­sa­fe kat et­mek, te­rak­ki et­mek­tir.

Di­ğer bir fark, soh­be­tin ko­nu­la­rın­da ken­di­ni gös­te­rir. Soh­bet­te dün­ya ko­nu­şul­maz, ko­nu­şul­ma­ma­lı­dır. Hat­ta uk­ba­dan da bah­se­dil­mez, si­ya­set, ha­yat pa­ha­lı­lı­ğı gi­bi lü­zum­suz iş­ler­den bah­se­dil­mez. De­di­ko­du, gıy­bet, ma­la­ya­ni­lik gi­bi gay­ri meş­ru dav­ra­nış­la­ra as­la yer ve­ril­mez, fır­sat ta­nın­maz.

İn­sa­nın mâ­nen te­rak­ki­si­ne ve­si­le olan soh­be­tin di­ğer önem­li bir vas­fı da, ki­min­le soh­bet ya­pı­la­ca­ğı hu­su­su­dur. Bü­yük­ler bu­nu şu ve­ciz söz­le açık­la­mış­lar­dır:

"Ya se­nin ken­di­sin­de yok ola­ca­ğın, ya da onun sen­de yok ola­ca­ğı bi­ri ile soh­bet et. Ya da hem se­nin, hem de onun Al­lah'ta yok ola­ca­ğı­nız bi­ri ile ne sen ka­la­sın, ne de o..."

İş­te böy­le bir soh­bet mec­li­sin­de, an­la­tı­lan­la­ra iyi­ce ku­lak ve­ril­me­li, kal­bi uyan­dı­rı­cı söz­le­re dik­kat edil­me­li­dir.

Fahr-i Kâ­inat Efen­di­miz'in (s.a.v) hu­zur­la­rı­na gi­ren kim­se, bir­çok fay­da­lı bil­gi­ler­le do­nan­ma­nın ya­nı sı­ra, gü­zel bir ah­lâ­ka bü­rü­ne­rek ay­rı­lır­dı. Biz­ler de soh­be­tin yu­ka­rı­da ba­zı­la­rı­nı zik­ret­ti­ği­miz edep­le­ri­ne ri­ayet et­ti­ği­miz tak­dir­de ar­zu edi­len ka­zan­cı el­de et­miş olu­ruz.

İn­sa­noğ­lu­nun kal­bin­de üç tür­lü sev­gi yer alır: Dün­ya sev­gi­si, uk­ba sev­gi­si, mev­lâ sev­gi­si. Bir kim­se mâ­ne­vi­yat yo­lun­da ev­rad gi­bi üze­ri­ne dü­şen va­zi­fe­le­ri­ni yap­mak kay­dıy­la tam bir ih­lâs üze­re mâ­ne­vî soh­bet­le­re de­vam et­ti­ğin­de, kal­bin­de dün­ya ve hat­ta uk­ba sev­gi­si kal­maz, sa­de­ce ve sa­de­ce yü­ce mev­lâ­nın has sev­gi­si yer alır ki, iş­te önem­li olan bu­dur; ga­ye bu­dur.

Rab­bü'l-âle­min'i se­ven, dü­rüst ve is­ti­ka­met eh­li olur. Şu­ur­la bi­le­rek ve şevk du­ya­rak kul­luk ve­ci­be­le­ri­ni ye­ri­ne ge­ti­rir. Böy­le­ce mert bir in­san, dü­rüst bir es­naf, ka­dir­şi­nas bir ilim ada­mı, in­saf­lı bir dok­tor ve­ya mü­hen­dis, ada­let ve mer­ha­met sa­hi­bi bir mül­kî âmir olur. As­la soy­gun­cu bir tüc­car, vur­gun­cu bir sa­na­yi­ci ol­maz. He­lâ­lin­den ka­zan­ma­ya gay­ret eden, dik­kat­li ve hür­me­te lâ­yık bi­ri olur.

Soh­bet­le­rin en önem­li özel­lik­le­rin­den bi­ri de, in­sa­nın kal­bin­de mu­hab­be­ti, mu­hab­bet-i ilâ­hî­yi ve on­dan hâ­sıl ola­cak bü­tün mah­lû­ka­ta mu­hab­be­ti mey­da­na ge­tir­me­si­dir.

Bu mu­hab­bet ta­rif edil­mez, edi­le­mez. Sa­de­ce ya­şa­nır ve ya­şa­na­rak bi­li­nir. Göz­yaş­la­rı ise mu­hab­be­tin ba­riz ifa­de­le­rin­den sa­yı­lır.

Kâ­inat hep mu­hab­be­tin ese­ri­dir. Bir ha­dis-i kud­si­de Ce­nâb-ı Hak,

"Eğer sen ol­ma­say­dın, fe­lek­le­ri (kâ­ina­tı) ya­rat­maz­dım" (Ac­lû­nî, Keş­fü'l-Ha­fâ, nr. 2121; Şev­kâ­nî, el-Fe­vâ­idü'l-Mec­mûa, Fe­dâ­ilü'n-Ne­bî, 18) bu­yu­ru­yor. Ce­nâb-ı Rab­bü'l-âle­min'in ha­bî­bi Hz. Mu­ham­med Efen­di­miz (s.a.v) bü­tün mev­cu­da­tın ya­ra­tı­lış se­be­bi olu­yor. De­mek ki kâ­ina­tın ya­ra­tı­lı­şın­da aşk var, mu­hab­bet var, sev­gi var.

Mu­hab­bet­ten mak­sat, mu­hab­be­tul­lah, mu­hab­bet-i Re­sû­lul­lah, mu­hab­bet-i ev­li­ya­ul­lah­tır. Bu mu­hab­bet laf­la ol­maz; fe­da­kâr­lık, sa­bır, mu­ta­ba­at ve rabt-ı kalp is­ter. Bu aşk, ta­bi­ri câ­iz­se bir as­lan ile cenk­leş­mek gi­bi­dir; sa­nıl­dı­ğı ka­dar ko­lay de­ğil­dir.

Mu­hab­be­te ta­lip olan kim­se, çok çe­şit­li be­lâ­lar­la im­ti­han edi­lir. Ki­şi ma­lıy­la, ev­lâ­dıy­la, nef­siy­le kı­sa­ca sa­hip ol­du­ğu her şe­yiy­le de­ne­nir, im­ti­han edi­lir. Ta­ham­mü­lü, gü­cü, sab­rı, rı­za­sı öl­çü­lür. Bü­tün bun­la­rın so­nu­cun­da ba­şa­rı­lı olur­sa, mu­hab­bet ta­cı giy­di­ri­lir.

İn­sa­nın gön­lün­de, Al­lah'ın ve O'nun Ha­bî­bi'nin (s.a.v) mu­hab­be­ti­ni ev­li­ya­ul­lah tu­tuş­tu­rur. On­lar, Ce­nâb-ı Hakk'ın rı­za­sı­nı ka­zan­mış ve mu­rad-ı ilâ­hî­de fe­nâ bul­muş zat­lar­dır. Ki­şi on­la­rı gö­rün­ce Ce­nâb-ı Mev­lâ'yı ha­tır­lar. Ken­di­si­ni, dün­ya­lık kay­gı, gam ve ke­der­ler­den kur­tul­muş ola­rak, ul­vî bir âlem­de his­set­me­ye baş­lar. Hat­ta öy­le bir hal al­ma­ya baş­lar ki, "Keş­ke za­man dur­sa da, bu yü­ce hu­zur­dan, mâ­ne­vî ik­lim­den hiç ay­rıl­ma­sam" di­ye dua et­me­ye baş­lar. Bu mâ­ne­vî hu­zur­dan ay­rı­lık za­ma­nı ge­lin­ce yü­rek­ler has­ret­le ya­nar, bü­yük bir has­ret­le vus­lat bek­len­me­ye baş­la­nır.

Şu unu­tul­ma­ma­lı­dır ki, ev­li­ya­ul­la­hın mu­hab­be­ti, in­sa­nı mu­hab­bet-i Ha­bîb-i Kib­ri­yâ'ya; Ha­bîb-i Kib­ri­yâ'nın mu­hab­be­ti de mu­hab­be­tul­la­ha, ya­ni Al­lah'a vus­la­ta gö­tü­rür. Bu yo­lun te­me­li ise, ki­şi­nin zâ­hir­de ve bâ­tın­da soh­bet üze­re bu­lun­ma­sı­dır.

Muhammed Saki Erol

Kaynak: HAYAT DENGEMİZ

Aşkı BendiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin