22. yüzyılın ikinci yarısı, yani kıyamete bir adım daha yakın.
Ben Jeff, aslında bana neden bu ismin verildiğini bilmiyorum. İngiliz ya da Amerikalı bile değilim. Amerika Birleşik Krallığı bütün dünyaya hüküm sürdüğünden beri isimlerimiz standart filmlerde geçen isimlerden oluşuyor. Size anlatacaklarım birer ders mahiyetinde olmalı, aynı hataları tekrarlamamalısınız. O yüzden her şeyi en baştan anlatmam gerekiyor, ardından da beni bunları yazmaya zorlayan günü anlatacağım size. Dediğim gibi 22. yüzyıldayız ve ne yazık ki uçan arabalar hala daha icat edilemedi. Ama bildiğim kadarıyla bu konuda bayağı ilerleme kateden yapay zekalar varmış. Daha bahsetmedim değil mi? Yapay zeka konusunda oldukça ilerleme katettik. Yeryüzü 21. yüzyılın sonlarına doğru yaşamı kaldıracak kadar oksijen ve güneş görmediği için yüksek yüksek kuleler yaptık; artık şehirlerimiz tamamen tek bir insanın onlarcasını kontrol ettiği yapay zekaların yönettiği yüksek kulelerden oluşan metal çöplüklerine dönmüş durumda. Gerçi bundan rahatsız olanlar yalnızca işlerini robotlara kaptıran işçiler.
Bahsetmeyi unuttum sanırım, ben kendimce bir polis memuruyum. Henüz robotların ele geçiremediği sayılı meslek dallarından birini yapıyorum yani. İşin bir diğer garip yanıysa 22. yüzyılda hala suçların bitmemiş olması. Bunu da insanlığın doğasına bağlamak makbul sanırım...
Sabah erken saatlerde yorucu bir güne başlayacağımın farkında olmadan çok eski bir şarkı mırıldanarak aşağı indim. Her kulede 300 kişinin yaşadığını varsayarsak şehrin ulaşım yolları oldukça kısıtlı. Şehri turlayan ve her kuleye dakikada bir kere uğrayan, yine robotlar tarafından yönetilen faytona benzer bir sistemle ulaşımı sağlıyorduk. Polis merkezine giderken kulelerden birisinde tanrıyı bulmaya yaklaştıklarını söyleyen bir görsel, bir diğer kulede görsel hafızayı %100 kadar arttıracak gözler vaat eden bir hastane reklamı, bir başka kulede ise fiziksel özelliklerimizi geliştirecek eklem reklamları gördüğümde insanların neden biyolojik bedenlerinden vazgeçip mekanik bedenleri tercih ettiklerini düşündüğümü hatırlıyorum. Polis merkezinin en sevmediğim yanı kulelerin arasında en alçak bölgelerde olması; öyle ki öğlen güneş tam tepemizdeyken bile burası diğer kulelerin gölgeleri nedeniyle kapkaranlık oluyor. Binaya girerken nedense fazlasıyla sevimli bir görsel ve ses kullandıkları tarayıcı beni taraması gerektiğini söyledi ve kimliğimi çıkartıp gözümü yaklaştırmamı istedi. "Hoşgeldiniz Dedektif Jeff-243," dedikten sonra alttaki ufak bir bölmeden bana silahımı uzattı ve mesai bitişinde tekrar bırakmayı unutmamamı söyledikten sonra kapıyı açtı. Dışarıda böyle über teknolojik bir tarayıcı olduğuna bakmayın, inanın bana polis merkezi 22. yüzyılın en yavan yerlerinden birisi. Her seferinde asansörün 50. kattan inmesini beklerken amirimden yiyeceğim azarı düşünüp bahanemi planlamak içinse oldukça uygun bir yer. Asansörün kapısı açılır açılmaz karşıma sevgili amirim çıktı. "Günaydın amirim," demek için ağzımı açmıştım tam ki, "geç kaldın yine," diyerek lafı ağzıma tıktı.
"Teknoloji beni işe erken getirecek kadar gelişmediyse benim ne suçum var amirim," dedim, ama dediğimi pek de dinlediğini sanmıyorum. Haddimi aşmamamı söyleyerek beni buyur etti ve odama yolladı. Odamdan bahsetmem gerekirse, ortağım Marie ile (Aynı zamanda sevgilim ya da öyle bir şeyim) paylaştığım ufacık bir oda.
Marie'nin getirdiği kahvaltıdan ağzıma bir parça atmıştım ki ikimizin saatinden aynı anda gelen bildirim sessizliği bozdu. Aldırmayıp bir ısırık daha aldığımda ise amir kapıya dayanıp "Görevinizi size ilettiğim halde niye hala daha oturuyorsunuz?" dedi. "Biz de sizi bekliyorduk amirim," dediğimde bana tekrardan ama bu sefer bakışlarıyla haddini aşma ikazı yaptı ve anlatmaya başladı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kendimce Hikayelerim
KurzgeschichtenBuraya da deneme değil de yazdığım hikayeleri koyacağım, kendimce saçmaladığım bir çok hikaye olacak zamanlar bence. Bakalım nasıl olacak ^.^