7. Bölüm

5.1K 343 14
                                    

Logan’ın ağzından

Armina her adımda benden daha da uzaklaşıyordu. O uzaklaştıkça kalbimden bir parça yitip gidiyordu sanki. Böyle yaşanılası bir duygunun kalbimde filizlenmesi en az mideme yediğim yumruklar kadar şaşırtıcıydı. Yıllar sonra ilk defa birinin gitmesine böyle şiddetle karşı çıkasım geliyordu. Yine terk edilmişlik duygusunu hissetmenin acısıyla yanıyordu canım. Bu duygudan nefret ediyordum...

Mucizelere inanmaya başlamıştım safça. Şaşınılası ise böylesine saf bir duyguya dört elle sarılmış olmamdı. Kalpten dilemiştim, bir şeylerin giden kızı durdurmasını. O an James’in ince sesini işittim. Ben başımı çevirmeden o kooşarak yanımdan geçti ve Armina’nın eteklerine yapıştı.

“Gidiyor musun?” Diye sordu üzgünce, daha yeni ovaladığı gözlerinin olanını ayırırken. Armina gülümseyerek başını okşadı ve dizlerini kırıp, onunla aynı hizaya geldi. 

“Evet, ama seni görmeye geleceğim.”

“Gitme.” Dedi James. Elleri eteğini sıkmaktan bembeyaz olmuşlardı. Sesi ise her an ağlayacağını açıklar gibiydi. “Ben seni çok seviyorum, lütfen gitme.” James duygu yoğunluğundan ağlamaya başlamıştı. Armina’nın güzel gözleri anında hüzne büründü. James’in yüzünü iki elinin arasına alarak şefkatle okşadı. 

“James, ama ağlayarak beni çok üzüyorsun.” Dediği anda, James şaşılası bir hızla kendini toparladı. Onu hiç böyle değişken görmemiştim. Elleriyle yüzündeki yaşları sildi ve Armina’yı ikna etmeye koyuldu.

“Eğer gidersen bana kim Muhammed Peygamberi anlatacak?”

Muhammed Peygamber mi? Kelimenin tam anlamıyla şaşkınlığa düşmüştüm. Armina Logan’a İslam’dan mı bahsetmişti? Öfkemin beni ele geçirmesine izin vermeden dişlerimi sıktım ve James’i dinlemeye devam ettim.
Armina, James’i tutumundan vazgeçirecek bir cevap arıyordu anaşılan. Normalden daha uzun düşünmeye başlamıştı. Ben onun hazır cevaplılığını biliyordum oysa. Bocaladığı anlar da oluyormuş demek. Çocuklara yönelik, ağır bir zaafı vardı.

“Seni görmeye geldiğimde anlatırım.”

James burnunu çekerek dudaklarını büzdü. Şu an benim ondan hiç farkım yoktu. O benim kalbimde yatanları dile getiriyordu, bense deli gibi bekliyordum. En zor olanı da buydu ya; beklemek. Binlerce duyguyla savaşıyordu aklım ve kalbim. Ancak burda kalmasını ümit ediyordum ben yine de. 

“O mu gitmeni söyledi?” Diye sordu James az sonra. Baş parmağı ile beni gösteriyordu. Armina cevap vermeden başını bana çevirdi ve üzerime doğru yürüdü.

“Ona kalmasını söyler misin, lütfen?” Sesinden kibar bir emir akmıştı kulaklarıma. Kızarık gözbebekleri ise yalvarır gibi bakıyorlardı. Bıkkınca nefes aldığımda gözlerimi Armina’dan, James’e çevirdim ve ona doğru eğildim. 

“Gitmek istiyorsa durd....” Ben sözümü dahi bitiremeden James ilk defa şahit olduğum bir öfkeyle bana bağırdı. “Ona derhal kalmasını söyle!” Kaşlarım çatılmış, gem vurduğum öfkem fışkırmak için yer aramaya başlamıştı. James bana karşı ilk defa sesini yükseltiyordu! “Ona kalmasını söyle.” Dedi tekrar bacağıma bir yumruk atarken. “Onu senin gönderdiğini biliyorum.” Tanrı aşkına bu çocuk neden birden bire böyle davranıyordu?

Öfkeyle kollarına sarıldım ve onu uyarırcasına sarstım.
“Mızmızlanmayı kes artık. Gitmek istiyorsa gider!”

James ellerime çırpınmaya başlamıştı. Onu durdurmak için kollarını daha çok sıkarken “James. Kes şunu!” Diyerek uyarmaya başladım. Ancak James’i durdurmamın mümkünâtı yoktu. Ne halamın sesini duyuyordu ne de benim, sabrımın son damlalarında gezen sert sesimi.

“James,” dedi Armina yumuşak bir sesle. “Durur musun lütfen. Tamam gitmiyorum!” Dediğinde gözlerim refleksle James’den ona çevrildi. İçimdeki sevincimi bastıramıyordum. Çoşkuyla atıyordu kalbim. James’i birden yere bıraktım ve bırakmamla ona doğru koştu. 

“Teşekkür ederim!” 

Bu çocuğu anca bu Müslüman aklayabiliyordu. Onu delirten de oydu, sakinleştirende. Bu kadının ikimiz üzerindeki etkisini anlayamıyordum. Usta bir sihirbaz gibiydi. 

“Ancak bu evde kalamam.” Dedi Armina bana bakarak.

“Dışardaki kulübe de kalırsın. Orası sana yeter.” Diye yanıtladım düz bir sesle. Az sonra bodrum katına inip oradaki yatağı taşıdım. Daha elektrik tesisatları döşenmemişti. Fakat Armina’nın bunu sorun etmeyeceğini biliyordum. Minnettar bir şekilde dışarı çıktı. James’de eteğine yapışmış, ikinci bir gövde gibiydi.

“Seninle kalabilir miyim?” Diye sordu şaşırmama neden olarak. Buna inanmak istemiyordum, hatta şiddetle karşı koymak ve James’e kızmak istiyordum. Lakin yinede onu, Armina’yı annem yerine koymasından vazgeçiremezdim. Bunu biliyordum. James ona aşırı bağlanmıştı.

“Elbette.” Dedi Armina gülümseyerek. Onun bu neşeli sesini sevdiğimi fark ettim. En azından düz sesinden daha melodikti. 

Yatağı oraya yerleştirdikten sonra, halamın getirdiği mumu da yakarak elimde tuttuğum kibriti havada sağa sola sallayarak söndürdüm. Yatağı benimseyen James’e bir bakış attıktan sonra alçak bir sesle Armina’ya konuştum. 

“Onun aklına saçma sapan şeyler sokma!” Dememle, ince kaşları anlamsızca çatıldı. 

“Ne gibi?”

“Allah, Muhammed gibi.” Öfkeli cevabımla göz göze gelmiştik. Mumun sert ışığı ela renkli gözlerine mükemmel bir tezat oluşturmuştu. Gözbebekleri alevlerin içinde dans edercesine bana bakıyordu.

“Ama bunlar genel kültür..” Diye sıyrılmaya çalıştı işin içinden. Zekiydi doğrusu. Böyle bir cevabı duyacağım aklımın ucundan dahi geçmemişti.
“...Hırıstiyanlık, İslamiyet ve Yahudilik dini genel kültür bilgisine dair diye biliyorum.” Karşısında salak mı vardı da bana aptal muamelesi yapıyordu bu kahrolası Müslüman? Evet, kesinlikle bana dolaylı yoldan gerizekâli diyordu.

Kaşlarımı daha derin çatarak ona baktım. Mağlubiyetimin ona bahşettiği sevinciyle yüzüme bakıyordu. Ona öfke ve küfürden başka şeyler verebiliyor olmam beni anlıkta olsa mutlu etmişti. Açıkcası bu kıza nasıl davranacağımı bilmiyordum. En iyi şekilde davranmak isterken, bağırıp çağırıken buluyordum kendimi ve en sevmediğim ise, bütün bunlardan sonra onun o kırgınlıkla parlayan gözleriydi. Bu bakışlar hiç hoşuma gitmiyordu üstelik huzursuz olmama sebebiyet veriyorlardı.

“Kaşlarını beni korkutmak için mi çatıyorsun?” Diye sormasıyla düşüncelerimden sıyrıldım. Onun mutluluğunu düşünmemin bana ne gibi yararı olacaktı bilmiyordum. Acaba aptallaşıyor muydum ben?

“Senden korkmuyorum.” Dedi, ben cevap vermeyince. Bu samimiyeti, bir doğruluk madalyonu hak ediyordu doğrusu. Bilmediğm bir şey söyle diye kızmamak için zor tutuyordum kendimi. Bunun yerine “Biliyorum.” Diye homurdanmayla yetindim.

“Ama kalbinden korkuyorum.” Demesiyle anlamsızca ona baktım. Dediklerini idrak etmeye çalışmam başarısız sonlandırılmıştı. Çıkıp gitmek için hazıra geçmişken “Neden?” Kelimesi döküldü birden dilimden. Vereceği cevabı merak ediyordum.

“Çünkü ben buz tutmuş bir kalpten korkarım.” Diye buyurdu, doğrudan gözlerimin içine bakarken. Mavilerim elalarına dolanmış gibi karışmıştı bakışlarımız birbirine. “Zira o insanın verebileceği ne şefkati vardır ne de sevgisi.”

“Benden seni sevmemi mi istiyorsun?”

Soruma gülücükle cevap vermişti. Sahte değil, sevgi ve şefkat doluydu her zaman ki gibi. 

“Hayırlı geceler.”

“Bir sorun olursa seslenirsin!” Konuya kapatmak istemesinden hoşlanmamıştım. Daha verdiği cevabın mânasını bile anlamamıştım halbuki? Kadınları anlamak zordu. Müslüman kadınları anlamak daha zordu..

Odama girip, aylardır dokunmadığım tabletimi elime aldım. Genel Kültür mü demişti? Beni iyi alt etmişti ancak eminim kendisi Hırıstiyanlığa dair bir şey bilmiyordu. Biraz araştırma yaptım.

Müslüman olmak için kelime-i şehadet getirmem gerekiyordu. Kendi kendime güldüm. Bu kadar basit miydi yani bu dine geçmek? Ancak bu dileğin kalpten olmasının şart olduğu çarptı az sonra gözüme. Bu Hırıstiyanlıkta da böyleydi; sanırım içten samimiyet bizi Tanrı’ya veya Armina’yı Allah’a bağlayan bir halat gibi kuvvetliydi.

Gecenin geç saatine kadar araştırmalarımın içinde kaybolmuştum. İslam’ın Müslümanlardan neler istediği bir yana, beni en çok satırlara bağlayan Muhammed Peygamber olmuştu. Onun sabırlılığı, hoşgörülülüğü ve her zaman güler yüzlü olmasının yanında çocuklara karşı sevgi dolu ve şefkatli olmasını içten hissetmiştim. Dini uğruna büyük fedakârlıklar yapmıştı. Buna evlilikte dahildi. İçimdeki takdir duygusu şaha kalkmış at gibi yükseldi. Çok evliliğin ardındaki sır buydu demek. 

Dahası da vardı. O zamanlar araplar kızlarını bir çamurdan farksız görüp, katlederlerken Muhammed Peygamber kızını omuzunda taşımıştı. Şaşkınlığım okuduklarımla kat be kat artıyordu. Ancak cama yansıyan bir ateş aleviyle okumamı yarıda bırakıp hızla ayağa kalktım ve cama doğru yürüdüm. Perdeleyi hafif araladığımda Armina’nın dışarı çıktığını gördüm. Sabah namazına kalkmış olmamlı. O an anladım ki bu kız Muhammed Peygamber’i rol modeli olarak görüyordu..

*****
James’ın neye ağladığını merak ediyordum. Hızla odamdan aşağıya indiğimde üstü başı çamur içinde, salonun ortasında duruyordu. 
“Neyin var?”
“Düştüm.” Dedi burnunu çekerek. Bıkkınca gözlerimi devirdim ve yanına eğildim. “Hadi ama James. Böyle bir şey yüzünden ağlıyor olamazsın!”
“Acıdı ama.”
“Erkek adam ağlamaz.” Dememle hıçkırığını yuttu. Çok gururlu bir çocuk olmaya başlamıştı. Kime çekmişti bu çocuk? 
Az sonra Armina yanımıza geldi. James’i böyle perişan görünce gülümseyerek yanına vardı ve ona doğru eğildi.
“Düştün mü?” Diye sordu, James’in akan yaşlarını silerken. James ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. “Neden bu kadar direniyorsun?”
“Çünkü erkekler ağlamazmış.” Cevabı üzerine Armina kıkırdayarak bana baktı. “Bunu sana kim söylediyse, seni susturamadığından söylemiş.”
“Sen sustur o zaman.” Homurdanarak koltuklardan birine yayıldım. Oysa kırk defa uyarmıştım benimle alay etmemesini. 
“Bence ağlamak bir lütuftur.” Diye söze başladı. Kilisenin Papazı vardı, bizim evinde Armina’sı. Durmadan Papaz gibi vaaz veriyordu. Bu kızı Venedig’e göndersek, Papanın yerini bile alır. “Çünkü gözyaşları duyguların en yoğun olduğu anda akar. Bazen çaresizlikten, bazen de sevinçten. Kalbin öyle bir coşkuyla harmanlanır ki, gözlerden taşar.”
“Yanı ağlayabilir miyim?” James öyle bir sormuştu ki bu soruyu, sanki ağlamak için her zaman izin istiyormuş gibi. Armina’nın gülerek, “elbette,” demesiyle başımı onlara çevirdim. James, hunharca Armina’nın üstüne atıldı ve boynuna sarılarak ağlamaya başladı. “Çok acıdı biliyor musun?”
“Neren acıdı?”
“Dizim. Çok kanıyordu. Kan kaybından ölmem değil mi?
“Ölmezsin.” Dedi Armina şefkatle. “Biliyor musun annemle babam kan kaybından ölmüşler.” Huzurum çatlamış bir vazo gibi bin parçaya dağılarak yok oldu. Ökeyle yerimden kalktım ve odama çıkmak için merdivenlere yöneldim. Armina’nın bana acıyan bakışlarına daha fazla şahit olmak istemiyordum.
“Nedenini sormayacak mısın?”
“Hayır.” Dediğini işittim ve sonrasını merak etmeden yukarı çıktım. Benim onunla ilgilendiğim kadar, onunda benimle ilgilenmesini isterdim. Anlaşılan ilgi alanına dahi girmiyordum. 
Tekrar salona indiğimde James çoktan yatmıştı ve Armina’da gitmek için hazırlanıyordu. Benim geldiğimi görünce bakışlarını bana çevirdi. Yüzüm sertleşmişti birden. Bana acımasını istemiyordum!

“James sana ne anlattı bilmiyorum ama, bana böyle bakma!” Dedim sertçe. Bakışlarındaki duygu değişmişti, daha da sevgi dolu bakıyordu bana. 

“Böyle iyi mi?”

“İyi.” Dedim homurdayarak. Yine mi alay ediyordu benimle? 

“Neden her cevabın homurtu gibi çıkıyor?”

“Çünkü benimle alay ediyorsun.”

“Etmiyorum.” Diye diye reddetti. Beni reddetmeyi çok seviyordu zaten. 

“Ediyorsun. Bana acıyorsun!”

“Acımıyorum, üzülüyorum.”

“Acıma, üzülme. Benim için böyle fedâkarlıklar yapmana gerek yok! Beni önemse yeter.” Neden bilmiyorum, ama Armina benimle ilgilenmeyince kendimi hiç olmadığım kadar değersiz hissediyorum. 

Müslüman kaşlarını çatmıştı. Ona böyle yapmak hiç yakışmıyordu. O sadece bana mahsus bir huydu. Onun yumuşak yüzüne uymayan bir hareketti. 

“Seni önemseyeyim mi?” Diye hayretle sordu. 

“Önemse.” Dedim yanına giderek. “Sor, ailemin nasıl öldüğünü, neden nefretimin bu kadar büyük olduğunu. Sor işte. Benim hakkımda bir şeyler öğrenmeye çabala.” Kendimi James gibi hissediyordum. Onun dikkatini çekmek için daha ne yapmalıydım bilmiyorum. Açık saçık benimle ilgilenmesini bile söylemiştim. Şuuru mu kaybetmiş olmalıyım. Ben, hiç bu kadar vazgeçmemiştim kendimden. 

“Sana olanları sorup, seni üzmek istemiyorum.” Dedi. O an onu kollarımın arasına alıp, çılgınlar gibi göğsüme bastırmaktan zor zapt ediyordum kendimi. 

“Bu kadar ince düşünceli olmak zorunda mısın?” 

Başını yere eğdi ve ellerini utangaçça birbirine kenetledi. 
“Sen üzülünce canım çok yanıyor.”

Kalbimin daha önce hiç bu kadar dile geldiğini hatırlamıyorum. Yeni doğan bir bebeğin ağlayışı kadar tizdi içimde olan bitenler. Hiç bu kadar sevildiğimi hissetmedim ben. O an, Müslüman doğsaydım her şey daha mı farklı olurdu diye düşünmeden edemedim. İçimdeki nefreti atamıyordum bir türlü. Ama yavaş yavaş eridiğinin farkına varıyordum..

“Asıl sen sormayınca üzülüyorum.” Dedim bir çırpıda. Böyle bir itirafı içki içmeden de yapabiliyor olmam ne büyük bir yetenekti. Armina başını usulca kaldırıp bana baktı. 

“Peki,” dedi pes eden sesi. “Ailen nasıl...Öldü?”

“On bir Eylül de.” Bunu kendime bile itiraf etmekten korkan ben, ölesi bir rahatlıkla söylemiştim. Armina gözlerimin için bakınca her zorluğu aşabilecek güçte hissediyordum kendimi. Ona baktıkça tasalarımı unutuyor, yeniden güçleniyordum sanki.

“Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalandığında mı?” Diye sordu dehşetle.

Başımı sallayarak sessizce cevap verdim. 
“Babamla annem orda çalışanlardandı. Onları görmedim, ama enkazların altından çıkarıldıklarında çok kan kaybetmişler. Hastaneye gidene dekte ölmüşler.” Sesim oldukça soğuk çıkmıştı bunları söylerken. Daha detaylı anlatmak istemiyordum. 

“Çok üzgünüm..” Dedi, titreyen sesine eşlik eden burun çekişleri. 

“Bu yüzden mi nefret ediyorsun Müslümanlardan?”

“Cevabını bildiğin soruları sormak adetin mi?” O sert Logan geri gelmişti. Birine kalbimi açtıktan sonra öyle devam etmekten korkuyordum. İlerde bunu bana maşa olarak kullanacaktı belki de.

“Müslümanlardan nefret etmenin sebebi gerçekten bu yüzden mi? Terörün dinle alakalı olmadığını bilecek zekaya sahipsin.” Dedi ve sustu. Devam etmek için benden bir onay bekliyordu, ama bir şey söylemedim. “Aileni son bir kez görmediğin için kendinden nefret ediyorsun ve günah keçisi olarak Müslümanları kullanıyorsun.” Gözlerim o an şiddetli bir depremle sarsılmış olacak ki, Armina hızla elini ağzına götürdü. 

“Özür dilerim. Ah çok özür dilerim,” dedi telaşla. Bütün yüz hatları panikle biçimlenmişti. “Ben...Gerçekten..Seni kırmak istememiştim.”

Az sonra “Logan.” Diye inledi arkamdan. Kaçmak istemiştim, kaçıp uzaklaşmak istemiştim birden. Çünkü haklıydı. Lanet olsun, sapına kadar haklıydı. Yıllardır kendime itiraf dahi edemediğim şeyleri bir çırpıda söyleyivermişti. 

“Bu çok günah ama,” dedi pişmanlıkla “şu an sana sarılamasam bile, kollarımı sımsıkı bedenine sarmış gibi hisset. Lütfen.”

******
O günden beri ikimizde bu konu hakkında konuşmamıştık. Gerçek şu ki bundan bahsetmediği için ona minnettardım. Eski defterleri açmak hayli cesaret isteyen bir işti ve ben bir daha o cesareti bulabileceğimden emin bile değildim. 

Başımı camdan dışarı çıkardım. Sabahki kapkara hava nihayet açmıştı. Bugün arkadaşım Leo ile ava çıkacaktık. Leo uzun süredir şehir dışındaydı. Gelmişken onu öylece bırakmak istemiyordum. Çocukluk arkadaşımdı ne de olsa. 

Leo uzaktan el sallamaya başlayınca ben de ona el salladım ve portmantoda duran paltomu alarak, duvarda asılı olan tüfeğime uzandım. Akşam yemeğini bu akşam ben getirecektim eve. 

“Logan, dışarı çıkma. Bu hava beni korkutuyor.” Diyerek yanıma yaklaştı halam. “Dün haberlerde fırtına kopacağını söylediler.”

“Sence bu hava, fırtına havası mı?” Gözlerim bir an salona giren Armina’ya kaydı. Endişeyle bana bakıyordu.

“Korkmayın.” Dedim “Bir şey olmaz.”

“Allah bilir ama, bence de çıkma. Çok tehlikeli.”

“Kesin su saçmalıkları. Akşama eve elimde bir kuşla döneceğim.” Dedikten sonra halama döndüm ve onu da rahatlatmaya çalıştım. “Hala, dolaptaki şarabı ben gelmeye hazır et.”

“Logan.” Halamın inatçılığına kulak asmadan kapıya yöneldim. Armina’nın da gözlerinde yatan endişe hâlâ geri çekilmemişti, fakat bunun yersiz olduğunu anlayacaklardı. Ya da ben, delice bir pişmanlıkla haklı olduklarını görecektim. 

Armina’nın ağzı durmadan kıpırdıyordu. Onu tanımasam bana lanet okuduğuna inanacaktım, fakat duâ okuduğuna emindim. Başımı sallayarak dışarı çıktım. Leo’yla selamlaştıktan sonra bir kez daha başımı eve çevirdim ve derin bir nefes aldıktan sonra yürümeye başladım. Leo, elini omuzum atmıştı ve her zaman ki gibi neşesi yerindeydi.

Av alanına vardığımızda kara bulutlar gittikçe çoğalmaya başlamışlardı. Ormanın içinde bir yerlerdeydik. Alan açıktı ve av için oldukça uygundu. Kara bulutların ne tarafta olduklarını iyice görebilmek için başımı yukarı çevirdim. Göğün bir tarafı tamamiyle açıktı. Belki yağmur atıştırırdı, ama fırtına imkânsızdı. 

Bu düşünceyle hafif gülümsedim ve tüfeğimi uçmakta olan bir kuşa doğrulttum. Sanki bir acelesi vardı. Ancak ateş edemeden gökten yüklü bir gürültü koptu. Ardından tane tane yağmur yağmaya başladı. Fakat bu bizi avımızdan geri koyacak değildi. 

“Hadi dostum, ilk kuşu vuran iddiayı kazanır.” Dedim Leo’ya bakarak. 

“Kaybeden sen olacaksın!” Diye yanıtladı küstah herif. Her zaman böyleydi. Zaten birbirimize bu kadar benzediğimiz için iyi anlaşabiliyorduk. Ne o severdi kaybetmeyi ne de ben. 

Nişan almamızla birlikte öyle bir gürültüyle bölündük ki, sanki yer yerinden oynamıştı. Daha ne olduğunu anlamadan yağmur bardaktan boşalırcasına yere inmeye başladı. Onların ardını takip eden şimşekler ise beni tam anlamıyla korkunun pençelerine itmişti. Yine aynısını yaşıyordum. Tıpkı Armina’nın bize geldiği gün, hayatıma girdiği günkü gibiydi hava. Sanki bana bir şeyler anlatmak istiyormuş gibi, bir şeylerin habercisi gibi. Zira o gün benim için bir dönem noktası olmuştu. Acaba bugün bana neler getirecekti? 

Kafamı hızla Leo’ya çevirdim. O da aynı endişeyle bana bakıyordu. Az sonra ikimiz bir an da arkamızı döndük. Karşılaştığımız manzara hiç de iç açıçı değildi. Sonra, sanki daha önce anlaşmış gibi koşmaya başladık. Ormanı ne kadar hızla çıkarsak, tehlike o kadar azalırdı ikimiz için. 

Deli gibi koşmaya başlamıştık. Leo’nun hemen arkamda olduğunu hissediyordum. Az bir süre sonra önümüze düşen ağaçla yolumuz kesildi. Şiddetle sağa sola sallanan yapraklar ve dallardan bir şey göremiyordum. Arkamdan yediğim ağır bir darbeyle yere çakıldım. Ağacın dalı resmen tokat gibi inmişti enseme. Ardından bacağıma düşen bir ağaçla acı içinde kıvranmaya başladım. Leo şahit olduklarını dehşetle gözünden silmek istercesine başını salladı. “Tanrım.” Diye inledi. “Logan, iyi misin?”

“Gitmelisin!” Diye bağırdım ona. Bacağımda hissettiğim acı konuşmamı bile zorlaştırıyordu. Bacağımı ezen ağacın tümünün altında olmadığıma sevinmeliydim aslında. Sadece kıyısı sıkıştırmıştı bacağımı ve yerimden oynayamayacak şekilde kapana kısılmıştım. Ellerime batan ısırganların acısı bir yandan acıma acı katarken aklım bir şizofren gibi yine Armina’ya gitti. Onunda ellerini yaralamıştı ısırganlar. 

İçinde bulunduğum durumu mantıklı bir şekilde değerlendirmeye çalışmak istedim. Gün, hesap günü müydü? Kalbim korkuyla çarptı bir an. Evet, ölmekten korkuyordum. Bir kez daha Armina’yı göremeden gitmek istemiyordum. Çırpınışlarım fırtınanın yırtıcı sesine karışıp gidiyordu.

“Leo, git dedim sana!” Diye bağırdım. Bu sefer sesimi duymuştu. 

“Gidemem kahrolası.” Bu haldeyken bile beni azarlayabiliyordu.

“Derhal git ve kurtarma ekibini çağır.” İçimde yeşeren bir ümitle, o zamana kadar fırtınanın dineceğini umdum. Sanırım bu ona mantıklı gelmişti. Ancak o bir deliydi.

“Ölürsekte beraber, yaşarsakta!”

“Ama ben ölmek istemiyorum, lanet olası!” Diye gürledim sinirle. Fakat rüzgârdan ağzıma çarpan bir yaprakla susmak zorunda kaldım. Gözlerimi kapatmıştım. Canım yanıyordu. 

“O zaman Tanrı’ya yalvar.” Diye bağırdıktan sonra bacağımı kurtarmaya çalıştı. 

Tanrı mı? Ama benim kalbim Armina’nın Allah’ına yalvarmak istiyordu. İlk defa kendimi bu kadar güçlü hissettim. İlk defa böylesine duâ etmek istiyordu canım. Armina durmadan duânın gücünden bahsederdi. Allah’a giden yolun bu olduğunu söylerdi. 

Ürkerek dile geldi kalbim.
“Allah.” Dedim bedenimin baştan aşağıya ürperdiğine şahit olarak. Vücudumdaki her bir kıl ayağa kalmıştı sanki. Burnum sızlıyordu. Böylesine bir duyguyu tatmamıştım daha önce. Devam ettim. “Eğer gerçekten varsan, benim kurtarıcımı, meleğimi gönder!”

Gözlerimi açmamla, dehşet dolu bakışlarla karşımda beliren kişiyi izledim. Bu....Aman Allah’ım..Bu Armina’ydı! Kalbim duracaktı sanki. Nefesimi tuttuğumu bile çok sonra fark etmiştim. Resmen oydu. Armina; benim meleğim! Elini bana doğru uzatmasıyla şok üstüne şok yaşadım. Hayır, o bir hayal değildi! 

İri elimi avucuna bıraktım. Aslında hayatımı bırakmıştım ben o avucun içine. Kalbimi emanet etmiştim geleceğime. Hiç çekinmeden, itiraz dahi etmeden. Ve o ağacın altından nasıl çıkmıştım, hiç bilmiyordum. Sanki tereyağından kıl çıkarmıştı. Hiç zorlanmamıştı. Benim gibi cüsseli birini tek bir dokunuşla çekip, kurtarmıştı o vahşetin içinden. Kalbimde yaşadıklarım, göğün yaşadıklarıyla kıyas bile edilemezdi. O denli fırtınalar kopuyordu yüreğime..

Yol boyunca ne ağaçlar eğildi üstümüze ne de ayağımız kaydı. Musa’nın denizi yardığı gibi yarılmıştı sanki orman. Hâlâ deli gibi esiyordu rüzgâr, ancak bize zarar dahi vermiyordu. Yolun ortasına çıktığımızda Armina yok olmuştu, fakat sanki hâlâ elimi tutuyordu. Onu hissediyordum. O kadar kapılmışım ki bu olanlara. Ağladığımı Leo’nun dehşetle yüzüme bakmasıyla fark ettim. Sonra ağzımı araladım ve kalbim titreye titreye şunları söyledim.

“HAMD OLSUN!” 

Dilim aklımdan bağımsız bir şekilde konuşmaya başlamıştı. Az sonra dilimden dökülenler ise beni sarsar gibi gerçeğe sürükledi. İnanılması zordu ama ben şehadet getiriyordum! Sonunda dedim buğulu gözlerle. Sonunda bir tüy kadar hafifledi kalbim. Yıllardır yüreğimde yatan yük toz gibi dağıldı birden. Sonunda Armina’mın, meleğimin duâları kabul olmuştu. Sonunda ben de şehadet şerbetinden bir yudum almıştım! 

“HAMD OLSUN!”

Bölüm sonu.

Kalbim Araf'ta - [BİTTİ]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin