1/

25 2 0
                                    

Ve Sonbahar göz kapaklarımla buluşur. Üzerime düşen her yağmur damlasını saymak istiyorum.

Ölü bir papatyanın kokusu gibi sözlerim.  Bir ölüye yakışmayacak kadar güzel, ölümü hissettirmeyecek kadar özel ama ölüyüm...

Bileklerimdeki her damar ölümü tanıyor. Ruhuma dökülmüş o yakıcı zehrin damarlarımdaki kana karışmış olduğunu seziyorum.

Bir kenara eğilip içimdeki acıyı kusmak istiyorum. Olmuyor, zaten kabullendim de bu ızdırabı. Ölsem bile geçmeyecek bir dikiş izi bu,  ruhumun üzerinde duran iltihap kapmış bir dikiş.

Zifiri karanlık bir odanın içerisindeyim sanki, karanlık hiç bir ışığın delemeyeceği kadar yoğun. İşin kötü tarafı o odanın içinde bir ışık beklemek değil ama kötü olan o odanın içinde birini özlüyor olmak. O karanlığı yok saymak için tutunduğun hayallerin parmaklarını kesmesi acı olan. Hayallere tutunmaktan vazgeçince karanlıkla göz göze gelip korkunun boğazına bir düğüm bırakması koyan.

Üzerine oturduğum bankta yanımda bir hareketlilik hissedince kafamı yana doğru çevirdim.

Ela gözlü, akranım olduğunu düşündüğüm bir çocuk yanıma oturdu. O kadar bank içinde benim yanıma oturması da ayrı bir merak konusuydu benim için.

Sanki dikkatimi üzerine çekmek istermişcesine bana bakarak konuşuyordu telefondakiyle.

Saçları kumrala yakın bir renkti ve bu soğuk havaya rağmen ince bir tişört giymişti. Kolunda büyük harflerle 'FLEUR DE ŞAFAKÇI' yazıyordu.

Fransızca olduğunu düşündüğüm bu kelime şafakçı çiçeği anlamına geliyordu. Bildiğim bir şey vardı ama. Şafakçı, soyadı şafakçı olanların bir aile geleneğine göre koluna yazdırması gereken birşeydi. Ama çiçeği neden?

Ayrıca sağ bileğinde birkaç kesik izi vardı. Acaba gerçekten ölmek için mi yapmıştı bunu? Onu öldüren ne tür bir acıyla burun buruna gelmişti?  Ama ölmek istese ve başaramasa kesik izlerini saklamaz mıydı? Tıpkı benim gibi. Ya da ben mi fazla korkaktım?

Belki de bazılarının sırf havalı buldukları için kendini kestiği ve kesik izlerini herkese göstermek istediği kesik izlerinin bir kaçıydı.

Birden karşılaştığım ela gözler ne kadar güleç anlamda baksada kafamı çevirdim. "Meraklı birisisin sanırım?" Sesi kalın ama yumuşaktı.

Ne kadar kelimeleri dikkatli seçmeye çalışsam da ağzımdan çıkan körpe bir cümleden ibaretti. Üstelik sesim de titremişti. "Sadece biraz tuaf bir insanım."

Duraksadı, böyle birşey beklemiyordu belki sonra toparladı ve yine güleç bir tavırla "Farkettim." dedi.

Önüme döndüm hiç bir kelime ağzıma yakışmıyordu sanki, kimse beni tanımamalıydı ben bile beni tanımamalıydım. Yok olmak istiyordum.

"Peki bu suskunluk beni bozdu. Adın neydi?" dedi adımı öğrenmesi onun için önemliymiş gibi.

"Ahu." Her harfim ayrı bir keskindi. Ona onun adını sormadım. Soramadım demek daha doğru olurdu belki.

İnsanların isimleriyle ruhsal bir çatışma içindeydim çünkü tarifi çok zor. Kendi adımı bile sanki bir nesne gibi soranların önüne fırlatıyordum.

Sanki sormuşum gibi "Ufuk." dedi ve yine böyle zamanlarda olan his burnuma doldu. Başıma derin bir ağrı saplandı ve ismini tartmaya çalıştım.

Kendi kendine konuşuyordu ne dediğini tam olarak algılayamıyordum. Elimde olsa ağlayarak herşeyi bırakıp kaçacaktım.

Birden beni sarsmaya başladı, onu dinlemediğimin farkındaydı. Bir öğretmen misali "En son ne söyledim?" dediğinde öylece dondum. " İşte beni dinlemediğinin kanıtı." dedi biraz kırılmıştı sanırım.

KRİZHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin