''Hani bazı kızlar vardır,hem güzeldir, hem zekidir, hem de başarılıdır. Güneş onlara parlaktır, bulutlar onlara beyazdır. Hayat onlara pembedir, hem de pembenin en güzel tonudur, bu kızlarımızın bir gün bile makyajsız,paspal bir halde dolaştığı görülmemiştir, zira o halde görülmeleri kıyamet alametlerinden sayılabilir. Makyajsız görülmedikleri gibi yüzlerinde bir adet sivilce dahi bulunmaz. Hiç bir şeyde başarısız olmazlar. E hal böyle olunca da ''İnsan mıyız hanımlar?'' demeyi üzerimize vazife görmek de biz fani kulların en doğal hakkıdır."
İçini dökmek için yazdığı kelimelere baktı. Üniversitede icat ettiği bir kavram olan PinkLady'nin tanımını yapmıştı neredeyse. O ise bu tanımdan bir hayli uzaktı. Üzerinde temizlik yaparken ace damlattığı eşofman altı, 3 sene önce alıp da atmaya kıyamadığı Garfield'lı tişörtü vardı. Ki gelecek planları arasında tişörtünü 2 sene daha giyip daha sonraki yıllarda temizlik bezi olarak kullanmak vardı. Ojesi soyulmuş tırnaklarıyla klavyeden hıncını alırken kaşlarını çatmıştı. Bugün onun ilk ve son iş günüydü, ne trajik ama! İlk iş gününde işten atılan kaç insan vardı acaba şu dünyada? Babasının diretmesiyle muhasebe okumuş, nefret ede ede mezun olmuştu. Yahu o ne anlardı muhasebeden? Ona neydi dönen varlıklardan duran varlıklardan, dönenler dönsündü duranlar dursundu, herkes kendi işine baksındı canım! Aktifler pasiflere eşit değil diye dünyanın sonu gelmeyecekti ya! Babası da ne tutturmuştu ama, alt tarafı beyaz eşya mağazası vardı adamın, oğlu şirketin başına geçsin diye İşletme okutan milyarder herifler gibi triplere girmiş ''Eylül muhasebe okuyacak!'' demiş başka da bir şey dememişti. Eylül edebiyat okumak istiyormuş, kitap yazmak istiyormuş, hayalleri varmış dinler mi çakma Sabancı babamız, dinlemez.. Ama dik başlı kızımız da onu dinlememişti, Çift ana dal yapmasına yetecek kadar ortalama yapmış, bir de üstüne edebiyat okumuştu. Edebiyat fakültesini birincilikle bitirmiş, muhasebeyi ise babasını memnun edecek bir dereceyle bitirmişti. Tabi sevgili babası gönüllerin milyarderi Yavuz Bey'in bu edebiyat macerasından henüz haberi yoktu, belki de hiç olmayacaktı ya, orasını Allah bilir...
Çiçeği burnunda muhasebecimiz Eylül Hanım'ın işi de hazırdı, yan dükkan komşuları Emrah Amcanın kaynının emmoğlusunun askerlik arkadaşının kayınvalidesinin ahretliği Selma Teyze'nin oğlunun çalıştığı şirkette iş bulunmuştu. Ve ilk iş gününde kovulmuştu.Normal insanlar aynı işte senelerce çalışabilme yetisine sahipken Eylül'ün kovulmak için 3 saatini harcaması biraz takdire şayandı doğrusu. Ama kızcağızın da hakkını yememek lazımdı canım, onun bi suçu yoktu ki.. Alt tarafı arabasını park ederken kalas adamın birinin arabasına çarpmış, sonra da onunla bir güzel ağız dalaşına girmişti,adamı arabasının başında öylece bırakıp şirkete girmiş, tam çalışmaya başlayacakken yanlışlıkla suyunu masaya dökünce bilgisayar bozulmuştu. Baya mahcup olmuştu tabi kızımız, ama hep o sabahki dallama yüzündendi, ne vardı yani o arabasını park etmeye çalışırken arkasından geçmeseydi? En son arkadaşı Beste'ye sabah bir dallama yüzünden kaza yapışı ve ardından bilgisayarı bozuşunu anlatıyordu ki arkasında mosmor bir yüzle aynı dallamayı gördü, dallamanın patron olduğunu öğrendi ve daha sonra da nazikçe( güvenlik tarafından yaka paça dışarı atılarak) işine son verildi. Bütün bunlar olduğunda saat 11'e geliyordu, daha ilk yemek molasına bile çıkamadan işten atılmak da tam Eylül'ün yapacağı işti doğrusu. Şimdi de eve gelmiş, laptopunu eline almış ve içini dökmek için seneler önce açtığı ama cesaret edip de yazdıklarını yayınlayamadığı bloguna girmiş fütursuzca yazıyordu. İşin en garip kısmı ise kovulmaktan çok, üniversiteye ilk başladığı gün tanıdığı, uyuzluk timsali bayan mükemmel Buse ekselanslarının şirkette üst düzey bir yönetici olarak çalışdığını öğrenmesiydi onu üzen. Tamam bunda babasının hayli zengin olması ve şirket ortaklarından olmasının da payı olabilirdi ama kız hem zengin hem güzel ve ne yazık ki hem de zekiyse o olmasındı da kim olsundu canım! Çaycı Neriman Abla'yla ilk dakikadan samimiyeti kurmuş, şirketteki bütün dedikoduları almıştı. Eeee şirketin 3 büyük ortağından biri olan Vedat Kalyoncu'nun kızı Buse Kalyoncu da ona ilk aktarılan dedikodulardan biri olmuştu haliyle. Tam Neriman Ablayla Buse'yi çekiştiriyordu ki onlara doğru gelen topuk sesini duyar duymaz o tarafa döndüler. Eylül'ün Buse'yi tanıması 15 sn sürmüştü. Aşağıdan yukarıya siyah rugan yüksek topuk stilettolar, kırmızı dar elbise, zarif bir kolye, bakımlı saçlar ve ne istediğini bilen gözler. Ve karşınızda Buse Kalyoncu, Eylül'ün böbreğini satsa alamayacağı kadar pahalı olduğuna kalıbını basacağı Burj Khalifa kadar yüksek topuklu ayakkabılarda yürürken adeta bale yapar gibi zarifçe salınan bir PinkLady. Buse'yi görmek Eylüle hiç iyi gelmemişti, ve Buse'nin mihenk taşlarından biri olduğu bir şirketten güvenliklerce yaka paça atılmak da Eylülün hayatta isteyeceği en son şeydi. Ya da en sondan bir önceki ,en son şey babasının yanında çalışmaktı çünkü...
Yaşadığı an Eylül'ün gözünün önünden gitmiyordu. Sinirle başını ovuşturdu. Yaklaşık 3 saattir aralıksız yazıyordu ve boynu ağrımaya başlamıştı. Kalkıp gerindi ve çay yapmak üzere mutfağa yöneldi. Eylül hiçbir zaman yağmur yağarken battaniyesine sarılıp kahve içen ve sözde kitap okuyan o kahvesever "tumblrgirl"lerden olamamıştı. Bi kere yağmur yağarken koşarak balkona çıkar çamaşırları toplardı o, Instagram'a fotoğraf koymak için alınıp taş çatlasa 20 sayfası okunan o romanları en az 3 kere okur, battaniyeye sarılmaya kalkıştığı anda "Üşüyosan git kazak giy Eylül hem sen yine atlet giymedin demi atlet giysen üşümezdin eh be kızım hasta olucaksın ama hem ben sana ......" benzeri sözleri duymaya başlar başlamaz odadan sıvışır ve o battaniyeyi usulca yerine bırakırdı. Kahve de neymiş hem, mis gibi çay dururken, değil mi ama! Çay candır, çay küçük tatlı bir heyecandır. Tamam bunda Rize'li olmanın da bir parmağı olabilirdi ama büyük iş Eylül'ün damak zevkine düşüyordu.O düşünedursun, çayı kaynadı, demlendi, çöktü, velhasılı kelam tam içilecek kıvama geldi, biricik laz kızımız Eylül'e de ince belli bardağa doldurup yudumlamak kaldı. O da öyle yaptı.
Babasına kovulmasını nasıl açıklayacağını düşünürken telefonu titredi ve arayan ''Babişkoloşko'' yazısını görünce az kalsın çayı üzerine döküyordu. Bir an açsa mı açmasa mı karar veremedi ve eli mahkum açtı.
''Babaların en yakışıklısı, en minnoşu, en tontişi, en göbüşlüsü, en karizmatiği en sevdiği kızını mı ararmııış.''
''Eylül, paran yok desem daha dün yolladım, arabanın deposunu ellerimle fullettim, evinin kirasını geçen hafta yatırdım. Ne oldu kızım, hadi söyle babana.''
O kadar mı belli oluyordu ya, çok mu abartmıştı acaba?
''Iıııı baba şeyyyy''
''Ney kızım ney, yine bi haltlar mı yedin sen, ne oldu yine söyle çabuk!''
''Yaa baba söyliycem ama kızmıycaksın tamam mı?''
''Sen hele bi söyle de kızıp kızmıycağıma ben karar vereyim olur mu başımın belası küçük yaramaz!''
''Baba, şimdi otur sakince, anneme de söyle kolonya getirsin.''
''Eylül ne saçmalıyosun sen, ne oldu çabuk söyle.''
''Baba ayakta değilsin demi?''
''Eylüüül!''
''Annem odada mı?''
''Evet odada Eylül başlatma annene de söyle çabuk ne yaptın yine?''Artık daha fazla vakti kalmamıştı, rengarenk saksılarıyla cool cool takılan sardunyaları, menekşeleri ve kasımpatıları, dünyanın en afacan köpeği olan minik yavrusu Köpük, asillikte Lady Diana'yı solda sıfır bırakan kedisi Matmazel, ve yeni gelin gibi nazlı nazlı salınan balığı Almelo annesiz kalacaktı. Derin bir nefes aldı ve o cümle dudaklarından döküldü.
''Baba ben kovuldum...''
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Minnak Eylül Meselesi
Teen FictionHer kız farklıdır, ama bazıları daha da farklıdır. Esas kızımız Eylül Karayel;Rize'nin yeşilinden İstanbul'un grisine kaçmış bir maceracı, bitkilerinin,kedisinin, köpeğinin ve balığının annesi,ince belli bardaktan çay içen bir Mahmut Abi ve hayalle...