İmkansız / Bölüm 2
Gül’ün beni sabahın köründe kaldırması yetmezmiş gibi bir de küçüklere bakıcılık yapmam isteniyor. Sabah kalkar kalkmaz soğuk suyla duş almadım sanki. Veya bana dar gelen elbiseyi giymek zorunda kalmadım… Hayır, ben şişman falan değilim. Hatta son derece zayıfım. Aşırı zayıf sayılabilirim bile. Ama bu elbiseyi 12 yaşımdan beri giyiyorum ve ilk aldığımda (daha doğrusu verildiğinde) ayak bileklerimle dizlerimin arasında olan eteği şu an dizimin üzerinde. O zamanlar küçüktüm ve pek çok şey umurumda değildi. Ama artık her şey çok daha farklı. Hayat bir eziyet gibi ve çekilir hiçbir yanı yok. Önceden belki de birileri beni evlat edinir, hayalini kurduğum yaşama sahip olabilirim diye düşünürdüm. Ama şimdi… Kim 17 yaşında birini evlat edinmek ister ki?? Herkes şu şirin ve küçük bücürleri benim gibi sorunlu bir ergene tercih eder.
--------------- -------------------
Çantama kitaplarımı tıkarken okulların üniforması olduğu için şükrediyorum. Yoksa bana küçük gelen o lanet olası şeyleri giymek zorunda kalacağım ve beni pek tanımayan insanlara bile rezil olacağım. Sonunda işim bitiyor ve kendimi yetimhanenin dışına atabiliyorum. Havalı olmayı başarabildiğim tek yer okul. Aslında… Havalı değil de gizemli demeliyim. Kimse benim kim olduğumu bilmiyor. Nereden geldiğimi, annemi babamı, hiçbir şeyi bilmiyorlar. Kaç kez benimle arkadaş olmayı denediler ama ben reddettim. Eğer onlardan biriyle arkadaş olursam, her şey ortaya çıkar ve burada ezilirim. Zaten son 2 yılım ve bunu da kendime zehir etmeye niyetim yok. Sonrası karanlık. Ne yapacağım, nerede çalışacağım, kimlerin hizmetine gireceğim hiçbir ipucu olmaksızın bomboş bir gelecek.
Sınıfa giriyorum ve en arkadaki sıraya çantamı fırlatıp montumu çıkarıyorum. Neyse ki ufak dokunuşlarla büyük şeyler yaratabiliyorum yoksa bu soğuktan beni korumakla alakası olamayan kumaş parçası yüzünden ucube gibi görüneceğim. Siyah ve dümdüz olan aptal şeyi 3 aylık bir uğraş sonucunda (yaza denk geldiği için sorun olmadı) adam edebildim. Aslında para sıkıntım olmasa 1 haftada bitmişti ya, neyse. Gerçekten iyi görünüyor artık. Dikiş konusunda yetenekli olduğumu söylemiş miydim?
Her neyse. Sonunda sınıf diğer Barbie bebeklerle ve onların Ken’leriyle (Ken Barbie’nin kocası veya öyle bir şey işte) doluyor. Derse girdiğimizde yanımın boş olmasının verdiği rahatlıkla iyice yayılıyorum ve kitaplarımı çıkarıp yeni aldığım kalemlerin renklerini kağıdın üzerinde denemeye başlıyorum. Bunları nasıl mı alıyorum? Okula gitmem için verilen parayı harcamayıp okula yürüyerek gidiyorum ve o parayla da bunları alıyorum. Ama işe yarıyor ve yürümekten memnunum.
Müdürün içeri girmesiyle beraber ayağa kalkıyorum ama gözüm hala kağıtta. Herkesin oturmasıyla ben de oturuyor ve işime devam ediyorum. Müdür zırvalıyor.
- İki yeni öğrencimiz var ve…
Dikkatim dağıldığı için dediklerini tam anlayamıyorum. Yeni gelen öğrenciler mi? Hiç ilgilenmiyorum. Müdürün çıktığını kapının kapanmasından anlıyorum ve öğretmen konuşmaya başlıyor.
- Adın Can değil mi?
- Evet.
Ah, ne klasik bir isim. Bu adı duyunca aklına yakışıklı, havalı ve son derece popüler biri gelen tek ben olamam değil mi? Kafamı kaldırıp baktığımda tipinin de popüler biri gibi olduğunu görüyorum. En azından eski okulunda popüler değilse bile burada öyle olacağı kesin çünkü kızlar şimdiden ağızlarının suyunu akıtarak ona bakıyorlar. Bütün kızlara karşın mavi gözleriyle bana bakması sinirime dokunuyor ve önümdeki kağıda yeniden dönüyorum ama kafamı tekrar kaldırmam birkaç saniyemi alıyor çünkü konuşmada adımın geçtiğini duyuyorum.
- Tamam Can. Yasemin’in yanına geçebilirsin en arka sıra. Ve Ilgaz sen de Burak’ın yanına geç.
Neden benim yanıma oturmak zorunda ki. Çantamı alıp sandalyeme asıyorum ve biraz toparlanıyorum. Bu arada gözüm adının Ilgaz olduğunu öğrendiğim kıza kayıyor ve Burak’ın yüzündeki sırıtmanın nedenini anlayabiliyorum. Kız oldukça güzel ama şanssız çünkü Burak’ın yanına oturuyor. Neden Ilgaz’ın benim yanımda değil de orada oturduğunu ve beni neden Can’la oturmak zorunda bıraktıklarını düşünürken Ilgaz’ın bana sıcak bir gülücük attığını fark ediyorum ve nedenini anlıyorum. Salak herif Ilgaz ve benim konuşacağımızı düşünmüş olmalı. Oysa öyle bir şeyin olamayacağı belli. Ilgaz bana göre fazla sıcakkanlı. Oysa ben resmen buzdan yaratılmış biriyim.
Yanımda oturan Can’ı unutuyor ve kalemlerime geri dönüyorum. Pembe olan çok hoş ve yeşille gayet harika bir uyum yakalıyorum. Okulun ilk günlerinden olduğu için dersleri dinlemek gibi bir ihtiyacım yok. Zaten herkes konuştuğu için dersin çoğu yazın bittiğine ve artık sorumluluk aldığımıza dair konuşmalarla geçiyor ve bölünen ders en baştan başlıyor. Yani zorunlu olarak bir şeyler öğreniyorum. Aynı şeyi bir kuşa bin kere söylediğinizde o bile anlar değil mi? Ve ben kuş beyinli olmadığım için birkaç seferde anlayabiliyorum. Tam açık mor ve lila renginin arasındaki farkı anlamaya çalışırken bir fısıltı duyuyorum:
- Çantan çok hoş.
Onun iltifatı üzerine çantama dönüyorum. Ucuz ve siyah bir şey. Omuzdan askılı. Ama üzerinde sallanan milyonlarca şeyden dolayı pek görünmüyor bile. Bulabildiğim bütün broş, zincir, tüy ve rozetlerin hepsini güzel bir uyum içinde asıyorum. Bu hep yaptığım bir şey ama bu güne kadar dikkat eden olmamıştı.
- Teşekkürler, diyorum. Cevap vermeliyim sonuçta.
- Carpé diem*, diye okuyor rozetlerden birinin üstündeki yazıyı. O en sevdiğim rozet ve “Carpé Diem” tam bana göre bir felsefe. Anı yaşamak zorundayım çünkü geçmişim yok ve geleceğim diyebileceğim hiçbir şey de yok. O yüzden benim için en geçerli felsefe bu şimdilik.
- Evet.
- Neden bu?
- Çünkü benim felsefem bu.
- Eğer anı yaşarsan geleceğini planlayamazsın ki. Tökezleyip kalırsın.
- Geleceği planlayamazsın zaten. Çünkü o gelecektir. Sen ona gidemezsin.
- Eğer istersen, gidersin. Her yere ulaşabilirsin.
- Bu belki senin için geçerli olabilir. Ama benim için geçerli olmadığı kesin.
- Neden, diye soruyor net bir tavırla. Öyle bir bakıyor ki sanki her şeyi biliyor gibi. Gözlerime bakarken odaklandığı yer daha derinlerde. Beynimi görmeye çalışır gibi. Huzursuz oluyorum ve onu şaşırtmak istiyorum. Öyle bir şey yapmalıyım ki bunu söylediğine pişman olmalı.
Carpé Diem rozetini sökerken kafamdaki şeyi yapmakla yapmamak arasında kalıyorum. O rozetten vazgeçeceğimi sanıyor ama yapacağım şey bambaşka. Hızlı hareketlerle rozeti göğsüne doğru götürüp oraya takıyorum. Şaşırıyor. Bense ilk dokunuşumuzdaki sıcaklığın etkisiyle irkiliyorum. Buz gibi ellerimi kıyafetinin üzerinden ısıtıyor. Hareketimi anlayamadığını vurgulayan bir ifadeyle kocaman açılmış gözleriyle bana bakıyor. Yüzüme dikilmiş masmavi ve kocaman iki göz. Onların büyüsüne kapılmadan önce hemen bakışlarımı ondan kaçırıyor ve önüme dönüyorum.
Dersin bitişini bildiren zille derin ve rahatlatıcı bir nefes alıyorum. Gıcık bir öğretmen ve sana sanki deliymişsin gibi bakan bir sıra arkadaşıyla pek de hoş bir ders geçirmedim. Aceleyle çantama doğru uzanırken elim Can’ın koluna çarpıyor ve o arada içimde garip bir şeyler hissediyorum. Hissettiğim o şeylerle beraber Can’ın kolu ve benim elim arasında ilginç bir elektriklenme oluyor. Elektrik çarpması gibi değil. Daha farklı ve daha derin. Aldığım elektrik bütün hücrelerimi hissetmeme neden oluyor ve bir anda kendimi doymuş hissediyorum. Oysa daha 10 saniye önce neden bir aptal gibi davranıp sabah kahvaltı yapmadığıma lanet ediyordum. Bu hızlı değişim beni şaşırtıyor ve gözlerimi elimden alıp Can’ın suratına dikiyorum. Bu sefer kocaman gözlerle bakan o değil de benim. Ama onun yüzünde daha farklı bir şeyler var. Gözlerimi kırpıştırarak ona bakıyorum ve tam o sırada şaşkın ve bir o kadar da mutlu bir ses tonuyla:
- Can, diye bağıran Ilgaz geliyor ve Can’ı yanımdan alıp götürüyor.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
İMKANSIZ
Science FictionBaşınızda bir sürü dert varken yine de aşk için zamanınız olabilir mi? Farklı gezegenler farklı karakterler farklı güçler. Ama hepsini bir arada tutan şey aşk. E biraz da nefret tabii.