Multi; Efnan Kırağan
Bavulları yere koyup kafamı "yeni" diye adlandırılan ama hiçte öyle gözükmeyen eve baktım.
Doğduğum şehiri, Nevşehir'i bırakmak benim için çok zor oldu. Eminim annem ve kardeşim içinde öyledir.
Ankara...
Yeni şehir, yeni insanlar, yeni okul ve belki beraberinde gelecek yeni sıkıntılar.
Babamın ölümünden -aslında intiharından- sonra eski evimizde kalamadık. Dar geldi o ev, o ilçe hatta o şehir...
Babamın ölümünü düşünmek, nedenini ve sebeplerini düşünmek göz pınarlarımın paslanmış demir çeşmelerini açmaya hazırlandı yine. Ama son bir yıldır olduğu gibi yine o musluk kolu dönmedi.
Aslında babam öldükten sonra bir kaç ay daha kaldık o evde. Ama sonra teyzemin hapse girişi, annemin binevi delirişi ve en önemli neden benim güçsüzlüğüm orda kalmamızı artık imkansız kıldı.
7 ay önce İstanbul'a taşındık. Nasıl bir şehir falan olduğunu anlatamayacağım çünkü dışarıyı hiç görmedim. Gözüm o rehabilitasyon merkezinin duvarları ile ilişki kurdu sadece.
Düşündükçe içim titrer, oysa ki daha dün ayrıldığım yer çok uzak bir zaman geçmiş gibi hissettirdi bana.
Babamın istediği şekilde sonuçlanan intihar benim için aynı sonucu vermedi.
Bileğimden banyo fayansına akan kanlar, beni ilk kardeşimin gördüğü ve arkasından gelen haykırışlar, ameliyat, annemin bakışları ve yeniden çöküşü... Bunlar hastaneye yatmama karar vermemin sebebi oldu.
Çünkü bir şeyi fark ettim. Onlar güçlü durmaya çalışırken, özellikle annem yaşadıklarından sonra, benim böyle yapmamam lazımdı. Onlara destek olmalıydım köstek değil. Yeni bi acı daha yaşatamazdım onlara. Teyzemin yaptığını yapmalı intikam almalıydım, annem için. Babam gibi korkak olup kendimi ölüme atmamalıydım.
Ben düşüncelerle boğuşurlen Yağız kolumu çekiştirdi, "Hadi abla içeri girelim hava çok soğudu."
Onun o güzel, benimkinin aksine, parlayan mavi gözlerine baktım. Annemden almıştı gözlerini. Ben her huyumda olduğu gibi gözlerimide babamdan almıştım. Soğuk kahveler...
"Girelim civcivim." Ona hep böyle seslenirim. Sinir olurdu. 'Civciv ne ya' diye mızmızlanırdı ama artık oda alıştı.
Eve doğru yürürken evin önündeki pembe laleler dikkatimi çekti. Babam bana hep 'pembeli kızım' derdi. O rengi çok severdim. Babamın cansız bedenini görene kadar. Nefret ettim pembeden ve aynı zaman da elma şekerlerinden. Babam her iş dönüşü bana en az 3 tane getirirdi. Buraya yerleştirkten sonra ilk işim o laleleri koparmak, köklerini sökmek olacaktı.
Eve girdiğimizde bizi ilk önce küçük bir koridor karşıladı. Sağımızda küçük bir salon ve birleşik olarak bir mutfak. Üst kata çıkan küçük bir merdiven ve tukarıda rahatça görebildiğim dört kapı. Üçü oda biri banyo olmalıydı galiba.
Bu evi tek kelime ile anlatsam küçük derdim. Fazlasına da gerek yoktu zaten.
Eşyaları annem önceden göndermişti. Durumumuz kötü değildi, çok iyi de değildi. Orta halliydik işte.
Hiç bir şey söylemeden yukarı çıktım. Odalara baktım hangisi benim diye. Ve şansıma(!) son denememle buldum.
Beni anlatan bir oda işte. Gri.
Ne mutluydum beyaz gibi, ne mutsuzdum siyah gibi. Ne hissettiğimi hissedemeyecek kadar hissizdim gri gibi.
Duvar kağıtları gri, yatak başlığı, komidin, çalışma masası, minik kitaplık falan kırık beyazdı. İki kişilik bir puf, gece lambası bir kaç obje turuncuydu. Bana kalsa onlarda gri olurdu ama annem illa bi renk olacak dedi. Bende nedensiz turuncuyu seçtim.
Hiç birşey düşünmemeye çalışarak bavulumu açıp kıyafetlerimi yerleştirmeye başladım. Hepsi koyu renklerden oluşuyordu. Bir kaç parlak renk ve babamın bana aldığı, atmaya kıyamadığım bir elbise. Giymeye hiç fırsatım olmamıştı. Şimdide o fırsatı kendime vermeyi hiç düşünmüyordum. Pembe bir elbise. Dolapta gözükmesin diye şu takım elbiselerin falan koyulduğu askı poşeti (adı her neyse) içinde saklıyordum. Okuma kitaplarımı yeni başlayacağım okul için ders kitapları bir kaç makyaj malzemesi ve sigara zulamı da yerleştirdikten sonra işim bitmişti.
Okul konusuna gelirsek...
Rehabilitasyon da olduğum aylar yüzünden bir buçuk dönem olula gidemedim. Şuan son sınıf olmam gerekirken 11. sınıfı okuyacaktım.
Tembel bir öğrenci değildim. Herkesin aksine ders çalışmayı, test çözmeyi severdim. Sınavlardan yüksek not alınca babamın gözlerinin içindeki gurur beni çok mutlu ederdi çünkü.
Bavulumu elbise dolabının üstüne koyduktan sonra alt kata indim. Ev temizdi annem bir kaç gün önce günü birlik gelip temizlemişti. Gelirkende mutfak alışverişi yapmıştık. Annem onları yerleştiriyordu. Duvara yaslanıp onu izlemeye başladım.
Annem gerçekten çok güzel bir kadındı. Kumral saçları, mavi gözleri, kıvrımlı fiziği ile çok göze batan biriydi. Belki de ne geldiyse başına bu güzelliği yüzünden gelmişti. O içimi ısıtan gülüşünü son iki yılda göremesemde, göz altı morlukları ve gözlerinin içi çok kızarık olsa bile o hala çok güzel bir kadındı. Adı gibiydi. Hale...
Şuan bir daha fark ettim de ben gerçekten fiziken de babama benziyordum. Annemin tersiydim. Bembeyaz soluk tenim, soluk kahverengi gözlerim, koyu kahve saçlarım, ve zayıf bir vücut. Pek özelliğim yoktu. Sıradandım. Belki daha da aşağısı...
Annem beni fark etti ve iki yıldır gözlerine ulaşamayan o gülüşünü sergiledi.
"Gel yavrum bir şeye mi ihtiyacın oldu?"
"Hayır. Yukarda işlerim bitti, Yağız nerde?"
"Oda odasında oyuncaklarını kendi yerleştirmek istedi."
Yağız 7 yaşında benim küçük erkek kardeşim. Bu sene birinci sınıfa başlayacak. Kahve saçları, anneminkisi gibi masmavi gözlere sahip. Bir gerçek yüzüme vurdu da, ailede fiziken çöküntü halde olan benim sadece. Üzdü.
"Anladım, senin bir şeye ihtiyacın var mı?"
"Aslında marketten almayı unuttuğumuz bir kaç şey var, ben almaya çıkacaktım ama banyoyu bir daha temizlemem lazım. Ne olur ne olmaz diye istersen sen almaya gidebilirsin etrafı görürsün hava alırsın, gerçi yağmur yağacak durunca git istersen."
"Hayır, sorun değil şimdi giderim."
Yağmur beni rahatlatırdı, diğer insanlar hariç her bir damlası tenime değdiğinde içimden bir huzursuzluk alırdı. Gerçi çok geçmeden o huzursuzluk geri yerleşirdi yerine. Olsundu.
Ceketimi ve botlarımı giyip, yanıma da para alıp dışarı attım kendimi. Gelirken gördüğüm kadarı ile iki sokak aşağıda bir market vardı. Oraya gidebilirdim.
Yüzümü kara bulutlarla kaplı gökyüzüne çevirdim. Yağmur damlaları yüzüme yüzüme vuruyordu. Bu mükemmel bir histi. Çok nadir hissedilen huzurdu. Baharı seviyordum. Huzur getiren bir mevsimdi.
Yavaş adımlarla markete yürüdüm. İçeri girip annemin elime verdiği kağıtta yazanları tek tek aldım. Ve ödeyip çıktım. Elimde ki poşet sayısı az olmasına rağmen öküz gibi ağırdı, çok hoş.
Karşıdan karşıya geçmek için yola baktım görünürde araba yoktu ama ikinci adımımı atmak için sol ayağımı kaldırdığımda hızla esen bir rüzgar ve ayağımdaki keskin acı ile poşetlerle birlikte yeri boyladım. Küçük bir inleme çıktı ağzımdan.
"Ne tür bi bok kafalısın? Hiç mi yola bakmaz insan, biri var mı yokmu yavaş süreyim demez mi? Hayvan mısın?"
Hem söylenip hem ayağımı ovalıyordum. Acısı saniyeler geçtikçe hafifliyordu zaten fiziksel acıya pek kafayı takan biri değildim. Ara sokaktan çıktığını düşündüğüm arabadan biri indi ve ayak ucuma kadar geldi. Yüzümü yukarı kaldırdığımda bütün yüz kaslarım dondu. Nedeni ise gerçek olamayacak şekilde keskin gri bakışlardı. Tıpkı şeye benziyordu, hislerime...Tekrardan merhaba arkadaşlar. Tanıtımdan sonra ilk bölümle karşınızdayım. Lütfen her türlü düşüncenizi, eleştirinizi yorumlarda belirtin ki hatalarımı düzeltebileyim. Ve yoruma kendi hayatınızda yaşamaya değer şeyleri belirtin. Çünkü unutmayın, hayatta hala yaşanmaya değer şeyler var. Kendinize iyi bakın...
-uysalyazar
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Ölünün Hazin Defteri
Romanceİçim yanıyor anne... Nefes alamıyorum, büyümek bu olmamalıydı. Kaybettim anne. Her bir parçamı kendi ellerimle katlettim. Bana "yaşa" de anne, sende başka beni hayata bağlayan yok çünkü. Ve özür dilerim anne, hastane odalarında niye ölmedim diye sin...